Bir Röportaj Bir Hasbihâl ' de bu ay :
TARİH YAZAN İMPARATORLUĞUN TORUNLARI
23 yaşındayım. Tekirdağlıyım. İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü bilgi belge yönetimi son sınıf öğrencisiyim. Aynı zamanda Anadolu Üniversitesi uluslararası ilişkiler okuyorum.
“Gerçek bir tarih
için” sloganıyla yola çıkan Osmanlı Mecmuası nasıl doğdu?
Öncelikle çok değerli
hocalarımızla istişare ettik. Bunlardan biri Yavuz Bahadıroğlu’dur. Kendisi bu
işin devamlı olabilmesi için bize e-dergi önerdi. Fakat biz internet ortamıyla
sınırlı kalmak istemediğimiz için basılı yayın heyecanıyla yola çıktık. Önümüze
çıkan maddi sıkıntıları aştığımız noktada ilk sayıyı bin adet olarak
okuyuculara sunduk. Dergimizin özellikle sosyal medya da gördüğü büyük talep
üzerine bin adet kısa sürede tükendi. Gördüğümüz büyük ilgi neticesinde ikinci
sayıyı üç bin adet olarak çıkardık. Bununla birlikte hızlı bir şekil de
abonelikler arttı ve eylülde yedinci sayıyı okuyucularımızla buluşturacağız.
Dergimiz, Türkiye’nin, alanında en uzman isimlerinden, akademisyen ve
tarihçilerin yazılarından oluşuyor. Makalelerimizi o alanda uzmanlaşmış isimler
yazıyor. Ayrıca, dergimizin diğerlerinden farkı; kaynakçalı çıkması ve
kronolojik bir dergi olmasıdır. Vitrin süsü ve popülerizm amacı gütmüyoruz.
Okullarda ve diğer alanlarda okutulmayan, gerçek tarihi öğretmek için
buradayız. Hem üslup hem içerik açısından her kesime hitap ediyoruz. Sloganımız
“Gerçek bir tarih için Osmanlıca mecmuası.”
Ayrıca ilk sayımızda
Osmanlı encümeni mecmuasından esinlendik. Dergi sürekli kullanılan bir kelime
olduğu için biz mecmuayı tercih ettik.
Bu büyük Osmanlı tutkunuz aileden mi geliyor ? Ayrıca
aileniz dergi ve derneğiniz hakkında ne
düşünüyor?
Ailemde Osmanlı ruhuna
sahip ve bizden manevi desteklerini esirgemiyorlar. Bununla birlikte benim
içimden gelen bir araştırma arzum her zaman vardı. Daha ilkokulda iken bile boş
zamanlarımda kütüphanede ansiklopedileri açıp araştırma yapıyor ve edindiğim
bilgileri defterime kaydediyordum. Lise döneminde bu duygularım gelişip
perçinleşti. Araştırmalarımın yanı sıra tarih programlarını ve toplantılarını
ilgiyle takip ediyordum. . Bu faaliyetlerim, Osmanlı’ ya olan hayranlığımla bir
araya gelince kendi irademle üniversitede Tarih Bölümünü seçtim. Tabii sürekli
araştırma yaptığınız zaman şu veya bu şekilde saptırılarak, daha ilkokul
çağından itibaren empoze edilen yalan tarihe tanıklık ettiğinizde vicdanınız
elvermiyor. Ve bunun neticesinde vefa borcu olarak gerçekleri su yüzüne
çıkarmak için çabalıyorsunuz.
Birazda Osmanlı’dan bahsedelim. Tarihimizin en çok
tartışılan konusu; devletin bekası için kardeş katli hakkında bir tarihçi
olarak sizin görüşlerinizi alalım;
Fatih kanunnamesinin iki nüsha olarak günümüze ulaştığı söyleniyor. Burada bazı tarihçilere göre Fatih’in; “Evlad-ı iyalimden her kime saltanat müyesser olursa, nizamı alem için karındaşının katli vaciptir.” sözü geçtiği iddia ediliyor.
İlk kardeş katli II. Murad döneminde gerçekleşmiştir. Bizans İmparatorunun diğer kardeş şehzadeyi kışkırtıp sadrazamı satın alması bunun en büyük nedenlerinden biridir. On iki yaşında olan Şehzade Mustafa’nın kandırılması sonucunda mecburi olarak kardeş kanı akıyor. Devlet bir fetret devri atlatmış. Timur Osmanlı’yı beş şehzadeye bölmüş ve bunun sonucu Osmanlı’nın Avrupa fetihleri sekteye uğramış. Küffara karşı gaza yapılamıyor, Müslümanlar eziyet altında yaşıyorlar. O dönem Memlükler Portekiz tehlikesiyle karşı karşıya. Bunun yanı sıra Peygamberimizin mezarı dahi ele geçirilmeye çalışılıyor. Timur tehlikesi tüm Anadolu’yu sarmış durumda iken Osmanlı Devleti ‘nde bu karar kaçınılmaz bir neticeydi elbette. II. Murat kardeşiyle karşı karşıya gelip binlerce kişinin helakına neden olmaktansa, devletin bekası için kardeşinin katlini emretmiştir. Aksi bir durumda karşı karşıya gelinecek bir iç savaşta en az otuz bin kişi katledilecek ve Osmanlı devletine iftira atan tarihçiler bu seferde: “Kendi ihtiras ve iktidar hırsları için gözlerini kırpmadan binlerce cana kıydılar, Türk ırkının kanını acımadan akıttılar” diyeceklerdi. Bu yüzden Osmanlı; Binlerce cana mal olmaması için, küffara karşı gazadan geri kalınmaması için, İslam birliği çökmemesi için kendi kardeşlerini feda etmiştir. Aslında bu takdir edilesi bir fedakarlıktır bahsettiğimiz. İnsanın kendi kardeşinin canına kıyması kolay bir iş midir?
Osmanlı yönetiminde vezirler ve devlet görevlileri arasında müthiş bir çekişme vardı. Hükümdardan memnun olmayan muhalifler diğer şehzadenin tarafını tutup onu destekliyorlar ve şehzadeyi isyana teşvik ediyorlardı. Kendi şehzadelerinin tahta çıkması ile vezir olma imkânı bulacağını ümit ederek kışkırtıyorlardı. Su istimaller de oldu tabi. Özellikle de Ekber ve erşed sisteminde. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethetme planları yaparken, şehzade Orhan Bizans İmparatorunun elinde esirdi. Bu yüzden Osmanlı her sene Bizans’a altıyüz bin duka vergi ödüyordu.
“ Eğer Fatih üzerimize gelecek olursa Şehzade Orhan’ı Edirne’ye gönderip tahta çıkartırız” diyerek tehdit ediyorlardı. Bu yüzden Osmanlı İmparatorluğu, devletin geleceği için kendi kardeşini feda etmiştir ve bu bir marifettir. İltifata tabi olmalıdır, hakarete değil.
Osmanlı padişahlarında kut anlayışı vardı. Bu anlayışa göre; Tanrı padişahlığı nasip eder. Bu yüzden padişahlar tahta çıktığında ilk yayınladıkları hattı hümayunda: “Allah’ın inayetiyle bu makama geldiğini” bildirirdi. Bu yüzden Osmanlı’da veliaht belirleme diye bir şey söz konusu değildir. Padişahlardaki düşünce şudur;
“Allah, oğullarımdan hangisine padişahlığı nasip ederse o olacaktır.”
Fakat Sultan Ahmet kardeşi I. Mustafa’ ya kıyamıyor. Tarihi gerçeklerde Deli Mustafa diye adlandırılan –ki asla deli değildi, devlet işlerinden uzak durmak için öyle davranıyordu- kardeşine kıyamadığı için ekber erşed usulünü getirmiştir. Yani şehzade olarak yaşı en büyük ve akıllı olanın tahta geçmesi kanunlaştırılmıştır. O döneme kadar babadan oğula geçen taht, bu usülle kardeşe de saltanat imkânı sağlamıştır.
Diğer yandan IV.Murat tahta çıktığında iki şehzadeyi de katlettirdi. Birini Revan, diğerini de Bağdat seferine çıkarken. Geriye Şehzade İbrahim kaldı ama IV. Murad’ın kendi oğlu olmadığı için İbrahim’in canına kastedilmedi. Burada yargısız infaz etmeden önce bir şeyi idrak etmemiz lazım. IV. Murad’ da çocukken öldürülme korkusuyla yaşadı. Cellatlarını bekleyen, buhranlarla, travmalarla ve ruh bunalımlarıyla geçen bir yaşam kolay olmasa gerek.
Yine tarihçiler tarafından oldukça tartışmalı bir konu
olan Tanzimat ilan edilmeseydi?
Tanzimat’ı hazırlayan Sultan Abdülmecid değildir. Onun babası yenilikçi padişah II. Mahmut’tur. Onun döneminde iyi niyetli bir şekilde batı örnek alınmıştır. Daha sonra oğlu Sultan Abdülmecid babasının yolunda ilerlemeye devam etmiştir. Tanzimat döneminde posta teşkilatı, karantina, yollar, telgrafhane, tren yolu, İlk devlet ve resmi gazete yayını ile birlikte okullar kurulmuş ve bir çok ilerleme kaydedilmiştir. Bunları göz ardı etmemek gerekir ki bunlar Tanzimat’ın getirdiği yeniliklerdir. Diğer taraftan olumsuz tarafı ise: Şer-i hükümlerle idare edilen devlette hukuk alanında açılımlar yapılıyor. Bu açılımlar, yetiştirdiği kuşak itibarıyle Cumhuriyet’e yön tutan yeniliklerdir. Fakat şu an içinde bulunduğumuz Türkiye’nin durumu gibi teknolojik gelişme ve ilerlemeleri örnek almak yerine bir kültür kayması yaşanıyor o dönemde. Bu arada farklı bir aydın zümresi yetişiyor. Şinasi, Namık Kemal gibi.
Islahat fermanıyla can, mal ve namus güvenliği devlet güvencesi altına alınan gayrimüslimlerden alınan vergi kaldırılıyor. Elbette bu olay Müslüman tebaanın büyük tepkisini çekiyor. Şimdi ki Kürt açılımını nasıl ki Türk’lüğe zarar vermek olarak görüyorsak, o dönemki açılımı da halk Müslümanlığa ve Şer-i düzene büyük bir tehdit olarak algıladı. Aslında paralel bir nokta bu. İki olayı da böyle bir çerçevede ele alırsak daha iyi anlamış olabiliriz. Ayrıca şu noktayı da gözden kaçırmamak lazım. Sultan Abdülmecid batılı bir prens gibi yetiştirilmiştir. Batı hayranıdır ama bu özelliklerini devletinin bekası için kullanmak istemiştir. Fakat burada nüans ayarında bir bozulma var. Tanzimat ve Islahat fermanı bazı yazarlarca devletin yıkılma nedenlerindendir. Bununla birlikte Tanzimat’ın birinci ismi Mustafa Reşit Paşa’yı mason olarak nitelendirirler ve Tanzimat’ın hatalarını da ona yüklerler. Oysa ki yazar Yılmaz Öztuna Reşit Paşa’yı Osmanlı tarihinin bir numaralı sadrazamı olarak nitelendirir . En büyük nedenlerinden biri de şudur: Kütahya önlerine kadar gelen Kavalalı MehmetAli Paşa isteseydi devleti dahi ele geçirebilirdi ama Reşit Paşa siyasi zekasını kullanarak, sadece Mısır ve Suriye valiliğini Kavalalı’ya vererek, toprak kaybı olmadan bu zorlu problemi çözebilmiştir.
Enes Bey, kendinizi en çok hangi padişaha yakın hissediyorsunuz? Hangi padişahı örnek alıyorsunuz?
Örnek aldığım padişah, atam Fatih Sultan Mehmet’tir. Onun hayatını araştırdıkça, yaptığım hiç bir işi yeterli görmüyorum. Kabıma sığamıyorum. Uyuşukluk bize göre değil, vaktimiz yok. Bu yönümle de kendimi Yıldırım Beyazıt’a benzetiyorum. Ama duygu dünyamda kendimi atam Kanuni’ye benzetiyorum . Özellikle şiirleriyle çok özdeşleştiriyorum kendimi. Benim söylemek istediklerimi sanki beş yüz yıl önce dile getirmiş. Ama siyasetçi ve idareci olarak olmak isteğim kişi Fatih Sultan Mehmet’tir ki o Allah’ın ve Resulünün sevmediği hiçbir işe itibar etmezmiş. Ben bunu kendime düstur ediniyorum.
Bir programcı Fatih Sultan Mehmet için gay yakıştırması yaptı. Bu açıklama hakkındaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?
Bazı tarihçilerde içki içtiğini söylüyor. Çünkü Fatih’in divanını okumadıkları ya da bilerek çarpıttıkları için. Belgrad kalesinde “Fatih sen şımardın, sarhoş haline geldin ki bir küçük kaleyi fethedemedin” yazılıdır. Divan edebiyatında teşbih, istiare, kapalı istihare, mecaz-ı mürsel sanatları kullanılır. Aşk, şarap, kadın en çok kullanılan tabirlerdir. En dindar şairler bile şarap kelimesini kullanmışlardır. İçtikleri için mi? Elbette ki hayır. Buna rağmen Pelin Batu denen gafil, Fatih’e gay yakıştırması yapıyor. Bu bir iftiradır. Onun haddine mi düşmüş peygamber müjdesine nail olmuş bir padişaha eşcinsel yakıştırması yapmak? Bunların amacı nedir? En büyük padişahlar; Sultan Abdülhamid’e kızıl sultan, baskıcı diktatör, Kanuni’ye bir kadının esiri, Yavuz Sultan Selim’ e ise katil diyerek en gözde padişahlarımızı milletinin gözünde yerle yeksan etmek istiyorlar. Burada halkımıza düşen görev, bu kişilere itibar etmemesidir. Tarihi tarihçilerden öğrensinler.
Sizce günümüzde Osmanlı’dan bize kalan miras nedir?
Manevi mirasımız genetiğimizdir.
Adetimiz, geleneğimiz, kültürümüz, örfümüz var. Her ne kadar son dönemde
yozlaşmış olsak da saf ve temiz kalan taraflarımız bize Osmanlı’dan kalan
yadigardır. Maddi olarak ise kültür turizmimiz. Turistler ülkemizde hangi
eserleri geziyor? Elbette Osmanlı
İmparatorluğundan kalan sarayları, kütüphaneleri ve tarihi mekanları.
Cumhuriyet döneminden kalma hiçbir eser yok. Osmanlıya reddi miras edenler,
ondan rant elde etmeye devam ediyorlar oysa. Bunu göz ardı etmemek lazım.
Sizce Osmanlı’nın en vahim hatası nedir?
Bence Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkan en büyük neden hoşgörüsüdür. Nankör insanlara ve devletlere karşı sonsuz iyi niyetidir. Şimdi herkes bedelini ödüyor. O dönemde yaptıkları ihanetler, şimdi ki masumlardan çıkıyor. Zalimin zulmü altında inim inim inleyen Ortadoğu ve Kafkaslar başta olmak üzere bir çok İslam ülkesini sayabiliriz.
II. Selim, kadı kiliseyi yıktırdı diye ferman yazdırıp onu görevinden almışken,siz nasıl onlara adaletsiz, eşitlikten uzak ve barbar dersiniz? Ki tarih Osmanlı’nın hoşgörü örnekleriyle doludur. Tabii şu da var. Birini sürekli dövüp sindirirseniz o kişi de sürekli sizi yenmenin yollarını arar. Fetihten fetihe koştuğumuz, tabiri caize en ufak hatasında Osmanlı tokadı attığımız Avrupa sürekli bu güçlü imparatorluğu yenme planları yapıyordu. Askeri sahada zayıfladığımız an, gücümüzle titrettiğimiz Avrupa’ya yenildik. İbn-i Haldun mukaddimede derki; Devletlerde insanlar gibidir. Doğar, büyür, gelişir ve yıkılırlar. Tarihte her devlet en parlak dönemlerinden sonra yıkılma sürecini de yaşamıştır. Ama önemli olan tarihten ibret ve ilham almamız gerektiğidir.
Derginiz ve derneğiniz hakkındaki temennilerinizi alalım:
Ülke çapında sistemli bir şekilde teşkilatlarımızı oluşturmaya devam ediyoruz. Bilinçli ve eğitimli insanların görev aldığı bir sivil toplum kuruluşu olarak yolumuzda ilerliyoruz. İnsanımıza gerçek tarihimizi öğretmek için başvurabileceği bir dernekleri olduğunu hatırlatmak isterim. Ecdadına karşı bir vazife, bir sahip çıkma duygusuyla dolup taşan yüreklerimizle ülke çapında idealimizi gerçekleştirebilmek ise en büyük arzumuz. Dergimiz Osmanlı Mecmuası adına şunu da belirtmek istiyorum ki; Tarihçi demek diplomat demektir, diplomat demek ise devlet adamı demektir. Tarihini çok iyi bilen bir siyasetçi devleti yönetmeye talip olmalıdır ki; tarihten aldığı ilhamla yolunda emin adımlarla yürüyebilsin. Ve dünya tarihine devletinin adını altın harflerle yazdırabilsin. Kökleri sağlam olmayan ağaç içten içe çürür ve yok olur. Osmanlı imparatorluğu gibi sağlam köklere, şanlı bir tarihe sahip bir devlet, ancak Osmanlı’nın bilgelik dolu gölgesiyle tüm dünya üzerinde yeniden hakimiyet kurabilir.
Değerli vakitlerini bize ayırdığı için Sayın Enes Demir’e ve röportaja katkılarından dolayı Yazarımız Özlem Doğan hanımefendiye teşekkürlerimizi sunuyoruz...
Röportaj / Ayşe D.
tunaydinayse@outlook.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder