Kıymetlilerin en kıymetlisi bu ay da, orucu hakkıyla tutabilene ne mutlu!
Ramazan ayı, özellikle İstanbul’da düzenlenen iftar ve sahur programlarıyla daha bir canlı daha bir neşeli geçiyor. Kitap fuarları, sohbetler, eski ramazan akşamlarından kalan eğlencelerle sevgili Dersaadet’in ramazanı rengarenk. Peki Osmanlı ramazanı nasıl eda ederdi. Şehir de ne gibi programlar tertip edilirdi?
Osmanlı İmparatorluğu döneminde ramazan’ın ne zaman başlayıp biteceği şimdiki gibi aylar öncesinden belli olmazdı. Astronomi bugünkü kadar gelişmediğinden Ramazan’ın başlangıcını belirlemek için insanlar açıklık yerlerde gökyüzüne takip ederek yeni ayın doğuşunu beklerlerdi.
İstanbul kadısı ramazanın başlangıç ve bitişiyle birlikte Kadir Gecesini de tesbit etmekle görevliydi. Ramazan’ın başlangıcı tespit edildikten sonra durum Bâbıali’ye, oradan da padişaha bildirilirdi.
Padişahın onayından sonra Ramazan’ın başladığı halka duyurulurdu. Cami minarelerinde kandillerin yakılması durumun halka ilânıydı.
Öncelikle Osmanlı da oruç açmak yani iftar, büyük bir merasimdi. Yapılacak olan yemekler, sofraya geliş sırası bile özenle tasarlanırdı. Ramazanda Cami minarelerinde yanan kandiller ve insanların ellerindeki fenerler sokakları pırıl pırıl aydınlatırdı. Gece geç saatlere kadar ortaoyunu, meddah, karagöz-hacivat gibi oyunlar icra edilir, insanlar selâtin camilerin avlularında açılan sergileri gezerlerdi.
Bu sergilerde çeşitli ülkelerden getirilen kumaşlar, baharatlar, birbirinden leziz şekerlemeler, tesbihler, ağızlıklar gibi pek çok ürün satılırdı. Şimdi Sultanahmet meydanında kurulan sergiler, o günlerden kalan bir yansıma sadece.
Osmanlı iftar sofralarının zenginliğini anlatmaya hangi kelimeler yeter bilemiyorum. Saray sofrasından halk sofrasına farklı ve muhteşem lezzetlerin birbiriyle yarıştığı bir mübarek ay Ramazan.
Osmanlı sofralarında; Çeşit çeşit peynirler, siyah ve yeşil zeytinler, rengarenk mis kokulu reçeller, pastırma, hurma ve ekmek yerine bir Ramazan klasiği olan pide, iftariyeliklerin olmazsa olmazlarındandı. İftariyeliklerin ardından çorba servise sunulur ve çorbalar bitirildikten sonra 40 kaptan fazla et, sebze, balık yemeği padişahın sofrasını donatırdı. Ramazanın baş tatlısı olan güllaç ve bunun gibi pek çok tatlı ana yemeklerden sonra afiyetle yenirdi. Tüm bu yiyeceklerin pişirilmesi, sofraya getirilmesi, sofradan kaldırılması adabına göre gerçekleştirilir, sofraya hizmet eden de sofradan yemek yiyen de iftara hürmet gösterirdi.
Belki halkın sofrası bu derece zengin değildi ama ağızlarda tat gönüllerde sürur vardı o dönemlerde.
Sahurda ise mideyi yoracak et yemeklerinden ziyade, karnı bütün gün tok tutacak hamur işleri, pilav ve vücudun şeker ihtiyacını karşılayacak kurutulmuş meyvelerden yapılan hoşaflar yenirdi.
Aslında o günden bugüne değişen çok şey var. Ya da belki her şey bir kaç eksik haricinde aynı. O hülyalı zamanların ses sedası artık sadece selatin camilerinin kıyısında, köşesinde kalmış gibi.
Bir sabah ezanından sonra çekilen zikirlerin ardından gelen kalp huzurunda. Huşu ile kılınan bir namazın ardından avludaki kuşların şadırvandan su içişinde saklı kalmış menevşe baharıdır artık Osmanlı ramazanları.
Ayşe D.
tunaydinayse@outlook.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder