31 Temmuz 2013 Çarşamba

Ramazan Ayına Muhabbet ve Sevgi / Gülşah Nezaket Maraşlı

' Ramazan deyince ' de bugün Yönetmen / Yazar Sayın ; Gülşah Nezaket Maraşlı'nın kaleminden Ramazan ; ' Ramazan Ayına Muhabbet ve Sevgi '

Gülşah Nezaket Maraşlı

RAMAZAN AYINA MUHABBET VE SEVGİ



Her sene Ramazan ayını büyük bir heyecanla bekliyoruz. Ramazan’ı heyecanla beklemek dahi Müslüman olana sevap kazandırıyor. Ramazan, tüm güzelliğiyle, tüm sıcaklığıyla ve muhabbetiyle geliyor. Orucu açlık olarak değil, ibadet olarak görmek, Ramazan’ın en güzel hediyesi, bereketi bizlere.

Ancak ne yazık ki bu sene Ramazan ayına büyük üzüntülerle girdik, büyük üzüntülerle de bu mübarek ayı uğurlayacağız sanırım.. İslam ülkeleri ve ümmet üzerine oynanan oyunların artık bu kadar azgınlığa dönmesi, katliama dönüşmesi, bu coğrafyanın gelecekte telafi edemeyeceği sarılamayacak yaralar açıyor şu an. Biz bu oyunların oynandığını biliyor, bu gelişimleri bekliyorduk. Çünkü amacın ne olduğu açıkça belli. Ortadoğu’yu Müslümanlardan temizlemek için yüzlerce yıl öncesinden planlanan kurgunun devamı yaşananlar.. Hiç olmazsa Ramazan ayında ümmetin birliğini görmek isterdik. Kimsenin olanlara ses çıkarmaması, Ramazan’ın ruhunu da zedeliyor.
Dünya bu sene Ramazan’ı böyle yaşıyor.. Ülkemize baktığımızda Ramazan ayının her sene giderek daha bir muhabbetle yaşandığını görüyoruz. Özellikle Ramazan’da yapılan fuarlar, sergiler, halkın gece sahurunu açık havada rahatça yapabileceği alanların olması, Ramazan ayını en güzel şekilde değerlendirmemizi sağlıyor. Bazı yerlerde saray usulü teravih kılınması, bazı camilerde hatimlerle teravih kılınması da yine Ramazan ayını en güzel şekilde idrak etmemizi sağlıyor.

Bu mübarek ay hürmetine İslam coğrafyasının artık kendine gelmesini ve inancı dışında hiçbir güce boyun eğmemesini, Allah ve Resulullah (SAV) muhabbetiyle başının hep dik durmasını temenni ediyoruz.   


Yönetmen -Yazar / Gülşah Nezaket Maraşlı

Hazırlayan / Ayşe D
ursun
tunaydinayse@outlook.com



          ZİNCİRLER ARDINDAKİ TARİH: AYASOFYA



             


Payitahtın  en  gözde camilerinden Sultanahmet  Camiinin hemen karşısında, tüm görkemiyle Ayasofya müzesi yer alıyor.  Aslında müze demek tarihini bilenler için oldukça yürek burkucu. Fethin sembolü, Fatih’in  Camiiye çevirip namaz kıldığı yüzlerce yıllık kilise aslından çıkarılmış ve müze haline getirilmiştir.  Oysa ki Ayasofya için Fatih’in şöyle bir fermanı olduğu rivayetler arasında;



“İşte bu benim Ayasofya Vakfiyem, dolayısıyla kim bu Ayasofya’yı camiye dönüştüren vakfiyemi değiştirirse, bir maddesini tebdil ederse onu iptal veya tedile koşarsa, fasit veya fasık bir teville veya herhangi bir dalavereyle Ayasofya Camisi’nin vakıf hükmünü yürürlükten kaldırmaya kastederlerse, aslını değiştirir, füruuna itiraz eder ve bunları yapanlara yol gösterirlerse ve hatta yardım ederlerse ve kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkarlar, camilikten çıkarırlar ve sahte evrak düzenleyerek, mütevellilik hakkı gibi şeyler ister yahut onu kendi batıl defterlerine kaydederler veya yalandan kendi hesaplarına geçirirlerse ifade ediyorum ki huzurunuzda, en büyük haram işlemiş ve günahları kazanmış olurlar.

Bu sebeple, bu vakfiyeyi kim değiştirirse, Allah’ın, Peygamber’in, meleklerin, bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen laneti onun ve onların üzerine olsun, azapları hafiflemesin onların, haşr gününde yüzlerine bakılmasın.

Kim bunları işittikten sonra hala bu değiştirme işine devam ederse, günahı onu değiştirene ait olacaktır.”

İşte bu bedduanın üzerinden geçen yüzyıllar neticesinde şu an Ayasofya’nın gerçek ruhundan uzak olduğunu ve Fatih’in emanetine ihanet edildiğini görüyoruz.

Bununla birlikte Ayasofya’nın kadim tarihinin önemini anlatmaya kelimeler yetmez.

Dünyanın 8.harikalarından birisi sayılan Ayasofya, Sanat Tarihi ve mimarlık dünyasının 1 numaralı yapısı hüviyetindedir. Bu yaşta ve bu ebatta zamanımıza gelebilmiş ender eserlerdendir. Orijinal adı Hagia Sofia olan, Türklerin Ayasofya dedikleri yapı yanlış bir şekilde, Saint Sofia olarak bilinir. Bazilika, Sofia isimli bir azizeye değil, Kutsal Hikmet’e ithaf edilmişti. Önceki bir pagan mabedinin yerinde yapılmış 3 ayrı bazilika aynı isimle anlatılmıştı. İmparator Büyük Konstantin devrinde kilise yapılmadığı halde, bazı kaynaklar, ilk Ayasofya Bazilikasının onun tarafından yaptırıldığını iddia ede gelmiştir. Küçük ölçülerdeki ahşap çatılı ilk yapı 4. yy. ikinci yarısında Büyük Konstantin’in oğlu Konstantinus zamanında yapılmıştı. 404 yılında, bir isyan sırasında yanan ilk yapının yerine, daha büyük ölçülerde inşa edilen 2. kilise 415 yılında törenle açılmıştı. 532 yılında Hipodromda yapılan bir araba yarışı sonucu çıkan kanlı isyan on binlerce şehirlinin ölümüne ve pek çok binanın yakılmasına sebep olmuştu. “Nika” isyanı diye bilinen ve İmparator Justinyen aleyhine gelişen bu isyanda Ayasofya Kilisesi de yakılmıştı.

İsyanı zorlukla bastıran İmparator Justinyen “Adem’den beri hiçbir devirde görülmemiş ve görülmeyecek” bir ibadethane yapmak için harekete geçti. Önceki bazilikanın kalıntılarının üzerine 532 yılında yapılmaya başlanan, Hıristiyanlık âleminin bu en büyük kilisesi beş yılda tamamlanarak, 537’de merasimlerle açıldı. İmparator hiçbir masraftan kaçınmayarak devlet hazinesini mimarların önüne saçtı. (Tralles’li Anthemius ile matematikçi, Miletoslu İsidorus) Kubbe inşaatı Roma mimarisi tarafından geliştirilmiştir, Bazilika planı da eski devirlerden beri tatbik edilmekte idi. Yuvarlak yapıların üzerleri çok büyük ölçüde kubbe ile örtülebilmişti. Ancak Justinyen Ayasofya’sındaki gibi dikdörtgen bir mekan ortasında, dev ölçüde bir merkezi kubbe yapımı, mimarlık tarihinde ilk kez deneniyordu. Rahiplerin koruyucu duaları okumaları devam ederken, İmparatorluğun hemen her yerinde mevcut olan erken devir kalıntılarından getirtilen çok sayıda ve değişik mermer parçaları, sütunlar yapıda kullanıldı. Sonraları da bu devşirme malzeme ve bilhassa sütunlar için, neye yarayacağı anlaşılmaz, bir sürü orijin hikayesi uyduruldu. Justinyen devrinde Ayasofya bir zevk ve gösteriş ürünü olarak ortaya çıkmıştı. Sonraki devirlerde ise bir efsane ve sembol olarak kabul edilmiştir. Bin yıl süre ile aşılamayan ölçüleri yanında finans zorlukları ve teknik yetersizliklerden ötürü efsanevi görülmüş, böyle bir yapının ancak kutsal kuvvetlerin yardımı ile yapılabileceği zannedile gelmişti.
Ayasofya bir 6yy. Bizans devri eseri olmakla beraber, ön misali olmayan, sonraki devirlerde de taklit edilmeyen Roma mimari geleneğine bağlı bir “Deneme” dir. Dış ve iç görünüşteki tezat ve iri kubbe Roma’nın mirasıdır. Dış görünüş zarif değildir, proporsiyonlara dikkat edilmemiş, bir kabuk gibi yapılmıştır. Bunun tersine iç görünüm saray gibi görkemlidir, göz alıcıdır; yapı, dev bir “İmparatorluk” eseridir. Açılış merasiminde heyecanına hakim olamayan İmparator atların çektiği arabası ile içeriye dalmış, Tanrıya şükür ederek, Süleyman Peygambere üstün çıktığını haykırmıştı. Bazilika etrafını çevreleyen yüksek binaları ile büyük bir dini merkez olarak gelişmişti. Bizans İmparatorları ile Doğu Hıristiyan kilisesinin yüzyıllar sürecek çekişmeleri için sahne artık hazırdı. Eşsiz ve üstünlüğüne rağmen yapının hayati önemde hataları vardı.
En önemli mesele kubbenin iriliği ve yan duvarlara yaptığı basınç idi. Böylesine bir kubbenin ağırlığının temellere aktarılması için lazım olan mimari unsurlar o devirde henüz tam gelişmemişti. Yanlardan dışa doğru eğilen duvarlar orijinal, basık kubbenin 558 yılında yıkılmasına şahit oldular. Yapılan ikinci kubbe daha yüksek ve daha küçük çaplı tutulmuştu. Bu kubbenin de yarıya yakın kısmı 10 ve 14 yy'larda 2 defa daha çökmüştür.

Ayasofya her devirde hazineler dolusu sarflar yapılarak ayakta tutulabilmiştir. Türk’lerin şehri 1453 yılında fethetmeleri, harap durumdaki Ayasofya’nın derhal camiye çevrilerek kurtarılmasına sebep olmuştur. Türk mimarı Koca Sinan’ın 16.yy.da eklediği payanda duvarları, 19. yy. ortasında Mimar Fossati kardeşlerin ve 1930’dan itibaren yapılan diğer restorasyonlar ve kubbenin demir kuşak ile çevrilmesi önemli tamirlerdi. 2000'li yılların restorasyonları, mevcut madeni portatif iskele ile daha seri yapılabilecektir. Ayasofya 916 yıl baş kilise ve 477 yıl cami olarak, aynı tanrıya inanan 2 değişik dinin hizmetinde olduktan sonra Atatürk’ün emri ile müze yapılmıştır. 1930-1935 yılları arasında ortaya çıkartılıp temizlenen bir kısım mozaikler Bizans'ın önemli sanat eserleri arasında yer alırlar. Bizans ve Osmanlı döneminin izlerini taşıyan muhteşem mimarisi ile ülkemizin en çok ziyaret edilen ilk üç müzesinden biridir.

Fakat Ayasofya’nın boynu büküktür. Yetim ve mazlum bir çocuk gibi hür bırakılacağı günü beklemektedir. Yabancı ayakları altında müze adı altında çiğnenen gururunu hakkıyla tekrar teslim edecek yeni Fatihini beklemektedir.

Ayşe Dursun
tunaydinayse@outlook.com


27 Temmuz 2013 Cumartesi

Oruç Kuşu / Abdurrahman Adıyan


" Ramazan deyince " de bugün Yazar  Sayın ;  Abdurrahman Adıyan'ın kaleminden Ramazan ; " Oruç Kuşu "


               ORUÇ KUŞU

Oruç, fiziksel ihtiyaçlarımıza -manevî bir komutla- dur, demekle başlar.


Yılda bir devri devran eden bu ay; ne güzel, ne bereketli, ne mübarek bir aydır! Ramazan günleri bir bir ilerlerken, insanlar feyizlerini arttıracak hülâsa bir şeyler yaparlar. Cemaat namazlarına koşmalar, Kur’an-ı Kerim okumaları, Kur’an-î bir hayat tarzını yaşamak, onunla hemhal olma arzusuyla dolmak, sevgiye ulaşmak, kardeşlik bağlarını sıkılaştırmak, merhamet duygusunun coşa geldiği yardımlaşma, izzet-ikram sofraları, muhabbet demleri, muhabbetten Muhammedî hâllerin hâsıl olması gibi güzel hasletlerle dolu bir aydır Ramazan. Efendim, orucun, bendeki tezahürüne biraz dokunacak olursam:

İradeyi hâkim kılmakla, açlıkla tokluğa doymanın hazzına varır insan. Eğer, yaşantımızda bir avare gidişat varsa, bunu düzene koyacak olan oruçtur. Orucun kıymetini anlamak için, oruca önem verip, önemini kazanmak, bu aşkı badeden içmek gerekir. Oruçla aile kurumu bir kez daha düzene girer, sofraya hep birlikte oturulur, huşu içinde iftar saati beklenir, iftar vakti iftihar vakti olur oruçlu için. Oruç mideden başlasa da insanın tüm uzuvlarına hâkimiyet kurar. Öyle ki; konuşmasına, duruşuna, bakışına, hoşgörüsüne, sabrına, kardeşlik duygularına, hâl ve gidişatına varana dek sirayet eder.

Oruçla elimize, dilimize, belimize sahip olur, nefsimizi hâl yoluna koyarız. Duyumlardan haberdar olur, duygulara gem vururuz. Anlayış, sezgi orucun en güzel ikramı olarak vücut bulur benliğimizde. Dikkat ve rikkat nazariyemiz uyanır. Bu aşk ve şevk ile dolduk mu, manevî doyuma erişir, o manevî hazla aklıselim düşünür, imanlı ihlâslı oluruz. Oruçla yoğrulan kalp, içinden çiğliği atar. Oruç, büyük bir organizasyon; sıhhat ve intizam... Bu gerçeği kim inkâr edilebilir.

Zamanın ve mekânın kadir kıymetini duyurur. İnsana ve eşyaya saygı uyandırır. İnsanın fiziki ve ruhu yapısı oruçla güçlenir. Sevip, sevgi bulur, kendisiyle barışık olmasını sağlar, kendisiyle barışık olan insan elbette küskünlüklere paydos! der. Oruçla, gönlümüzde buz dağları erir, karakıştan kurtulur, ilkbaharda yaşar oluruz; yetmedi haziranı, sarı sıcak günleri isteriz. Orucun sırrına vardık mı, zihin durulur, berraklaşır, kalp huzurla tanışır, öyle ki âleme neşe saçar. İç huzuru, muhabbeti bulan kişi, muhabbet için nice yollar aşar da dolambaçlardan sıyrılıp kaçar, tecessüsten uzaklaşır sükûta erer. Onu yaşamak ve yaşatmak için sevgiyle aşkla dolar taşar. Aranılan, sorulan, sahip kişi olur.

İnsanın derinliğindeki vâridatı gün yüzüne çıkaracak olan da, kutlu ramazan ayıdır. Kendimizi her an oruçlu saymak, kibri kaprisi ortadan kaldırmak; bu eğitime kendimizi mecbur kılmamız, bizim tabiî tevazu hâli bulmamıza, insanlık tahtımıza çıkmamıza vesile olur. İşte buna orucu, oruçta bulmak diyebiliriz.

Ramazan günleri bir bir ilerliyor, demiştik. Ramazan, bağrında bir gece barındırır, öyle bir gece ki;  
“Ak sütten ak kılı seçen düşünce / Bir de gecesi var ki hece hece
Geceler gecesi Leyle-i Kadir de / Tüm dilekler kabul olsun bu gece "

Nefis isteklere dur demişse, yüzler gülüyorsa ve mahrumiyet yerine hâkimiyet dizginleri ele alıyorsa,  aile hayatımız düzen ve intizam buluyor; huşu içinde iftar açıyorsak, karar burada büyük rol oynuyor, ikrarı sahneye koyuyorsa; haydi, kendini göster diyorsa; âh! Bunlar oruç kuşunun marifetleri mi? 


Yazar / Abdurrahman ADIYAN


Hazırlayan / Ayşe D.
tunaydinayse@outlook.com


25 Temmuz 2013 Perşembe

Firar / Hasan Hüseyin Ellialtı

" Ramazan deyince " de bugün , Eğitimci / Yazar Hasan Hüseyin Ellialtı'nın kaleminden Ramazan ;

                                      FİRAR

Rahmet, bereket ve cehennem ateşinden kurtuluş ayı olan Ramazan-ı Şerif’de bulunuyoruz. Allah (c.c); “Ey İman edenler sizden öncekilere oruç farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki sakınırsınız” buyuruyor. Yine; “Ramazan ayı öyle bir ay ki; Kur’an-ı Kerim onda nazil oldu…” Ve yine; “Kim o (Ramazan) aya ulaşırsa oruç tutsun…” buyuruyor. Farz oruç Ramazan ayı içerisinde tutulur. Adem (as)’den beri oruç aşağı yukarı biz Müslümanların tuttuğu şekliyledir.
Bizde bir ay, takvim esas alınarak ve dolayısıyla her yıl on gün öne gelerek. Diğer ümmetlerde kaç gün olduğuna dair bilgimiz yok. Bir gün açıp, diğer gün tutulan Davud orucunu biliyoruz.
Oruç aynı, zamanlar farklı olabilir. Benim burada vurgulamak istediğim husus şudur; Biz genelde bütün ibadetlerimizde, özelde oruç ibadetini ihya ederken zevk alıyor muyuz ? Kulluk görevimizi yerine getirmediğimizde ondan muzdarip oluyor muyuz ? Bunun cevabını şöyle düşünmekte saklı olsa gerek; Kulluk yaparken kime kulluk yapıyoruz? Elbette Allah’a. Onun için hangi ibadeti yaparken kimin emrini yerine getirdiğimiz önemli.
O zaman bütün kulluk görevlerinden zevk alırız. Farz ibadetlerimizi yerine getirmek esastır. Bunları terk etmek Allah’a isyandır. Bu da günahtır. Günahın niceliği ve niteliğinden ziyade kime karşı isyan ettiğimiz önemli. Allah(c.c) ; “Allah’a firar ediniz” buyuruyor. Bütün zincirlerinizden, esaretlerinizden kurtuluş için Allah’a kaçınız demektir. Firar etmek. Kamil mümin olmak için, ehl-i iman ve ehl-i cennet olmak içindir. Rabbimizin emrettiği farz ibadetleri yerine getirmektir.

İnsanlığımız Allah hatırı için Peygamber Efendimizi (s.a.v) sevmekten geçer. Şu anda bütün insanlık buna muhtaçtır. Esaretten, zincirlerden kurtulmak, işte budur. Yani Allah için Peygamberi sevmek, sünnetini hayata geçirmektir. Oruç da bize bu şuuru verir ve vermelidir.

Eğitimci / Yazar : Hasan Hüseyin ELLİALTI


Hazırlayan : Ayşe D.

tunaydinayse@outlook.com

24 Temmuz 2013 Çarşamba

Ramazanın Huzurlu Gölgesinde / Özlem Doğan



" Ramazan deyince " de bugün ; Yazar Özlem Doğan'ın kaleminden Ramazan ;                                     

     RAMAZANIN HUZURLU GÖLGESİNDE
On bir ayın sultanı,  İslâm alemine yaz sıcağında bir rahmet pınarı, bir ruh şifası  olarak teşrif etti.
Yüce Rabbimizin; Bakara suresi 183. Ayette ki “ Ey müminler! Sizden önceki ümmetlere olduğu gibi, günahlardan arınasınız diye sayılı günler oruç tutmak size de farz kılındı.” Emrine uyarak vazifemizi yerine getiriyoruz.
 Oruç yalnızca günün büyük bir bölümünde aç kalmak demek değildir. Nefis terbiyesidir. Sabır demektir. Bir lokma yiyeceği bulamayanlarla empati kurabilmek demektir.  Oruç; Yardımlaşma  ve paylaşma (Zekat, fitre, gıda yardımı) demektir.  Sağlık demektir. On bir ay sürekli çalışan sindirim sistemimizin dinlenip kendisini yenilemesi demektir. Ama en önemlisi Oruç; Bizi Yaradan’a itaat edip kulluk vazifemizi  ifa etmek demektir.  Zaten dünyaya geliş amacımız da bu değil mi? Biz ancak “O”na  kulluk etmek için yaratıldık. Amenna…
Ne kadar şükretsek azdır ki, bu ramazan sağlıklı bir şekilde yine oruç tutabiliyoruz. İftar sofralarımızda birbirinden leziz yemekler.  Işıl  ışıl mahyalarla süslü camilerimiz de huzur içinde hep birlikte Allah (c.c.)’a  secde ediyoruz.  Bize ne mutlu ki, ülkemizde refah içinde ibadetimizi edebiliyoruz.  Peki ama  bunun  kıymetini biliyor muyuz ? Bu konu da çok fazla  söz sarfetmeye gerek yok. Yalnızca birkaç isim vereceğim. Suriye, Irak, Filistin, Arakan, Mısır ve Doğu Türkistan’da zulüm gören Uygur Türk’leri.  Onların yaşadığı korkunç işkence ve üzüntüler için belki elimizden hiçbir şey gelmiyor. Ama hiç değilse kalbimizin en derin köşesi sızlayarak, onlar için dua ederek açalım oruçlarımızı.  Çünkü biz önce insan, sonra Müslüman ve ayrıca dünyaya adalet dağıtan bir imparatorluğun torunlarıyız.  Bir damla  mazlum kanı ve gözyaşının akmadığı nice ramazanlarda buluşmak duasıyla…

YAZAR / Özlem DOĞAN


HAZIRLAYAN / Ayşe D.
tunaydinayse@outlook.com

23 Temmuz 2013 Salı

Ramazan Düşünceleri / A.Vahap Akbaş

" Ramazan deyince " de bugün ; Şair ve Yazar Sayın , A.Vahap Akbaş'ın kaleminden Ramazan. Buyurunuz efendim ;


 RAMAZAN DÜŞÜNCELERİ


Bir Ramazana daha “merhaba” dedik.  Bu kutlu ayı karşılarkenki coşku, şenlik, çocukluğumun en renkli tablolarını oluşturur. Teravih için camilere koşuşan müminlerin ilk gecelerde, bir ağızdan, coşkuyla yeri göğü “Merhaba ya şehr-i Ramazan…” diye inletmeleri çocuk yüreğimi pır pır ettirirdi.  



Değişen hayat, beraberinde her şeyi değiştiriyor; tabii ki Ramazanları idrak ediş şeklimizi de. Yine de yüreğimdeki Ramazan coşkusunun azaldığını söyleyemem. Tersine, şuurla mayalanarak, derinleşerek arttı. Mahyaların, davulların, manilerin, ilahilerin, vaazların, masallı menkıbeli sohbetlerin, doğal gıdalarla bezeli zengin iftar sofralarının özlemini çekmiyor değilim. Ama bu, Ramazanlara mahsus bir özlem değil. Yitirilmiş hangi güzelliğin özlemini çekmiyoruz ki…
Aslında geride bıraktığımız her an, hasret diyarının rengine boyanıyor; ahlarla vahlarla anılanlara katılıyor.
 
Nitekim şimdi merhabalarla karşıladığımız bu kutlu ay da kaşla göz arasında geçmiyor ve özlemle, duygulanarak anacağımız “eski Ramazanlar” arasına katılmak üzere yol almıyor mu?



Halit Fahri Ozansoy, “Eski İstanbul Ramazanları”nda, bu ayın son gecelerini bakın nasıl anlatıyor:

“İç açan manzara gökyüzünde idi yalnız. Şehzade Camii’nin minareleri arasında ‘Elveda Ya Şehr-i Ramazan’ mahyası ışıldar ve yüreklere bu kutsal aya gelecek yıllarda da ‘Merhaba Ya Şehr-i Ramazan’ mahyası ile kavuşmak arzuları verirdi. Başka camilerde de “Elveda” ve “Elfirak” gibi mahyalar bu arzuyu dudaklarda dualarla ateşlerdi.”

Şimdi mahyalar azaldı. Ayrılık hislerimiz gökyüzüne ışıkla pek nakşedilemiyor. Ama teravih namazına gidenler, bu duygularının yanık müezzin seslerinde billurlaştığına şahit olabiliyorlar.

Ramazan ayı, hiç şüphe yok ki değerini bir ibadet ayı, rahmet ve gufran ayı olmasına borçludur. Kendisi için oruç tutan kuluna mükâfatını bizzat vereceğini müjdeleyen Allah, biz insanlara bu kutlu ayın önemini de bildirmiş oluyor. Şu damıtılmış söz, şu güzel hadis, orucun ve oruç ayı olan Ramazanın önemini ne güzel anlatıyor:

“Ademoğlunun her iyi işine fazlasıyla sevap verilir. Her iyiliğe karşılık olarak ondan yedi yüz misline kadar ecir bahşedilir. Ancak yüce Allah şöyle buyurmuştur: ‘Oruç bundan müstesnadır; çünkü o, yalnız benim içindir. O halde mükâfatını bizzat kendim vereceğim. Zira oruçlu, cinsi arzularını ve yiyip içmesini benim için terk eder.’ Oruçlunun iki sevinci vardır: Birisi orucunu açarken, diğeri ise Rabb’ına kavuşacağı anda duyacağı sevinçtir. Allah’a yemin ederim ki oruçlunun ağız kokusu, Allah nazarında misk kokusundan daha hoştur.”

Davulunu gümbürdeterek müminleri sahura kaldıran eski zamanların bekçi babası bu müjdenin idraki içindedir. O, Yalın bir avam diliyle şu dörtlüğe sığdırır bu hikmeti:

Buldu camiler ziyneti

Lâzım bu ayın hürmeti

Benim devletli sultanım

Buldu saimler devleti



Öyle ya, yukarıda zikrettiğimiz hadiste, oruçluların devlet bulduğu bizzat Yüce Allah tarafından müjdelenmiyor mu?

Mümin, kulluk görevini yaparken korku perdesini aradan kaldırmış, Müslüman gönlünün derinlik ve inceliğiyle ibadeti aşk ve şevkin potasında kaynatmış ve bu ayı bir “manevi eğlence” ayı saymıştır.

 “Gök kapılarının açılıp cehennem kapılarının kapandığı” ve “şeytanların zincire vurulduğu” bu bereketli aydan nasibini alabilenlere ne mutlu.


Dünyanın her tarafında bölünmüşlüğü, yoksulluğu, acıyı, zulmü derinden yaşayan Müslümanları da düşünerek  Mehmet Akif’in duasına “amin” diyelim:

Ya Rab, şu muazzam Ramazan hürmetine,

Kaldır aradan vahdete hail ne ise;

Ya Rab, şu asırlarca süren tefrikadan

Artık ezilip düşmesin ümmet ye’se.

Mademki verdin bize bir ruh-i nevin…

Ya rab, daha bir nefha-i te’yid insin!



Şu demek:

Allah’ım, şu muazzam Ramazan hürmetine, birliğimizi engelleyen ne varsa kaldır aradan. Allah’ım, asırlardır süren bu parçalanmışlıklar artık ümmeti ezip ümitsizliğe düşürmesin. Allah’ım, mademki bize yeni bir ruh verdin, onu destekleyen bir de  nefes indir.


ŞAİR / YAZAR :
A.Vahap AKBAŞ

HAZIRLAYAN : Ayşe D.

tunaydinayse@outlook.com

22 Temmuz 2013 Pazartesi

Ramazan ve Üç Kelime / Prof. Dr. Bilal Kemikli

" Ramazan deyince " de bugün ; Dumlupınar Üniversitesi (DPÜ) İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Sayın ; Bilal Kemikli 'nin kaleminden Ramazan ;

Prof. Dr. Bilal Kemikli
Ramazan şehre bereket getirdi. Huzur ve esenlik getirdi. Dostluk, kardeşlik ve sevgi getirdi.

Sıcak havalarla geldi, içimizi ısıttı, sabrımızı biledi, arındırdı içimizi, temizledi.

Şimdi serin havalarla, sonbahar yağmurlarıyla ve meltemle “elveda” diyor.

Ne kadar ilginç? Fark eden fark etti, gerçekten çok ilginç. Neden mi ilginç? Şundan: bilenler bilir ramazan kavramının etimolojik tahlilini yapan dilciler, onu köken olarak üç ayrı kelimeyle izah ederler. Üç ayrı kelimeden gelmiş olabileceğini söylerler.

Hangi kelimeler?

İlki, ramad kelimesi… Ramad, yaz sıcağında güneşin şiddetli hararetiyle taşın kızması anlamına gelir. Taş kızar, üzerine bastığınızada ayaklarınız yanar. Meşakketli bir yürüyüş… Yangın, ateş.

Ramad kelimesinden ramazan türedi diyenler, ramazanın meşakketine dikkat çekerler. Ateşine verdiği hararete… Evet, ramazan ateşdir; ama nasıl ateş? Geleneksel tıpta yarayı kızgın demirle dağlayıp dezenfekte ederler. İşte ramazan ateşi, içimizdeki yaraları dezenfekte eden, imanımızı ve insanlığımızı artıran bir ateş.

Yaz sıcağında tutulan oruçlar mü’min gönülleri ve akılları yeniden dezenfekte etti, arındırdı.

Bazı dilciler, ramazanın ramd kelimesinden türediğini söyler. Ramd, kılıcın namlusunu veya ok demirini inceltip keskinleştirmek için yalabık iki taşın arasına koyup dövmek anlamına gelir. Kılıç ve ok… Ortaçağın savunma silahları. Araplar ramazan ayında silahlarını temizler, savaşa hazır hale getirirlermiş. Öyle diyor tarihçiler.

Şimdi kılıcı ve oku başka yerde aramalı. Kılıç, klasik şiirimizin mazmunlarından biridir ve sevgilinin bakışlarıdır. Bakmak, gerçekten de kılıç gibidir. Bir bakışla neler neler söylenir… Neler neler dile gelir. En etkili konuşma biçimidir bakışlar.

Sonra ok… Ok da bakışla ilişkili; zaten esası itibarıyla ok, kelâmdır. Kelâm, yani bizzat söz. Konuşurken, sözlerimizle muhatabımıza ok atarız. Karşıda bir yara açarız. Yarayı hep menfi düşünmeyelim; meyve ağacını aşılamak için de ana gövdede yara açmaz mıyız? Açarız, aşılarız. Aşılanan ağaç, ehlileşir, meyve verir. Sözümüzle muhatabımızın düşünmesine, akletmesine, öğrenmesine, hayal etmesine katkıda bulunuruz. Bazen tam aksi de olur; sözümüzle, karşıdakinin akıl musluğunu açar, oradan adeta şırıl şırıl akan bilgi suyunu kana kana içeriz. Öğreniriz, anlarız, idrak ederiz…

Şimdi ramd kılıcı ve oku cenge hazırlamaktı ya… Ceng, illa yıkım değildir. Barış da cenkle sağlanır; güven, dirlik ve düzen de.

Sadede gelelim… Demem o ki, ramazan ramd özelliğiyle bakışımız ve sözümüzü hayata hazırladı. Sabretmeyi, paylaşmayı, sevmeyi temrin ede ede güzel bakmayı ve güzel konuşmayı öğretti.

Ramazan, ramad sıcaklığıyla içimizi ısıtırken, ramd ile bakışı ve sözü pişirdi… Bakış ve sözün pişmesi, insanın huzur içinde, güvenle ve güvenerek konuşması demektir.

Şimdi son kelimeye gelelim… Bazı dilciler de demişlerdir ki, “ramazan ramdâ kelimesinden türemiştir.” Nedir ramdâ? Ramdâ, yaz sonunda yağmurun yağıp yeryüzünü tozdan arındırmasıdır. Şehirli insan yazın tozunun pek farkında olmaya bilir. Oysa tarımla uğraşanlar, harman kaldıranlar, samanın, tozun, toprağın yaz aylarında ne denli arttığına tanıktır. İşte ramdâ bu tozu, toprağı temizliyor, ferahlık ve huzur veriyor. Yağmur, bereket ve huzur oluyor.

İçimizde de harman yeri var. Orası toz, toprak içinde… O harman yeri, zihniyetimiz, hayallerimiz, düşüncelerimiz, yapıp ettiklerimiz, görüp gözettiklerimiz, deyip aktardıklarımızla dolu… Oranın tozu toprağı da günahlarımız. Ramdâ gibi ramazan da, rahmeti ve bereketiyle o içimizdeki yazdan kalma tozları, günahları temizliyor. Huzura böyle eriyoruz.

Ramazan, sıcağı, insanı güvenli hayata hazırlayan meşakkatiyle geliyor ve elbette zorluyor, ama sabreden, zorluklara tahammül eden inananlara bir rahmet gibi yağıyor. Tıpkı bu son günlerde o serinliği bizzat hissettiğimiz gibi… Hoş bir serinlik veriyor, bitmek bilmeyen bir huzur bahşediyor.

Evet, ramazan şehre bereket getirdi. Huzur ve esenlik getirdi. Dostluk, kardeşlik ve sevgi getirdi.

Sadece yaşadığımız şehre mi? Hayır, evvela içimizdeki şehre… Gönül şehrimize huzur getirdi.

Sıcak havalarla geldi, içimizi ısıttı, sabrımızı biledi, arındırdı içimizi, temizledi.

Prof. Dr. Bilal Kemikli

Hazırlayan : Ayşe D.
tunaydinayse@outlook.com

Bilal Kemikli Kimdir ? :


Bilal Kemikli, akademisyen, şair ve yazar. 1998'de doktor ve 2002'de doçent oldu. Ankara, Yüzüncü Yıl ve Süleyman Demirel Üniversitelerinde öğretim üyesi ve idareci olarak görev yaptı. Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Türk İslam Edebiyatı Anabilim Dalı başkanı olan Kemikli, 2008'de profesörlüğe yükseltildi.

2012 ' de Dumlupınar Üniversitesi (DPÜ) İlahiyat Fakültesi Dekanılığına atandı

Daha çok tasavvuf şiiri üzerine yapığı çalışmalarla tanınmaktadır. Eski Türk şiiri üzerinde de çalışmaları vardır. TRT Radyolarında programlar yaptı. Eserlerinden bazıları şunlardır:
  • 1. Sun'ullah-ı Gaybi Divanı, NEB Yayınları, İstanbul, 2000.
  • 2. Şair şeyhülislam Arif Hikmet Beyefendi, MEB Yayınları, Ankar 2003.
  • 3. Oğlanlar şeyhi Müfid ü Muhtasar, Kitabevi yayınları, İstanbul, 2003.
  • 4. Dost liinden Gleen Ses, Kitabevi yayınları, İstanbul, 2003.
  • 5. Sufi Aşk ve Ölüm, Sutun Yayınları, İstanbul, 2007.
  • 6. Mevlana'nın Kalbine Açılan Kapı: Mesnevi Mektupları, Hayykitap, İstanbul, 2007.
  • 7. Bülbülün Şarkısı, (Ed. Mustafa Kara ile birlikte), Bursa, 2007.
  • 8. Süleyman Çelebi ve Mevlid Kitabı, (Ed. Mustafa Kara ile birlikte), Bursa, 2007.
  • 9. Şehir-Hayat ve Derviş, Kitabevi Yay., İstanbul, 2009.
  • 10 Sufi Şairin İzinde Şiir ve İrfan, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2009.
Şiirlerinden bazılarını Sivas Şairleri Antlojisine alınmıştır. Halen, Kültür, Keşkül ve Dergah dergilerinde kültür ve edebiyata ilişkin yazılarına devam etmektedir.

Oruç Zamanı / 7edi İklim Genel Yayın Yönetmeni Yazar Ali Haydar HAKSAL



" Ramazan deyince " de bugün ; 7edi İklim  Genel Yayın Yönetmeni / Editör / Yazar Ali Haydar HAKSAL' ın  kaleminden Ramazan. Buyurunuz efendim ;

Ali Haydar Haksal

Hayatı anlamlı kılmanın zamanıdır oruç.

Anlamı anlamlandırmanın zamanı.


Müslümanlarda her an, durum dikkat gerektiriyor. Dikkat belli bir disiplin ile olan bir şey değil. Disiplin hayatın doğasında olmadıkça kaosa ve karmaşaya dönüşür. Bundandır ki insanlığın ortaya koyduğu yasalar bir yap bozdan başka bir şey değil. İnsanoğlu çıkarlarına dönük bir edim içinde her zaman. Bencil ve çıkarcı.

Oruç bir disiplindir. Her an ve durumun, bedenin ve ruhun ve kalbin bir denetim ve disiplin altında olunduğu zamanın adıdır. Disiplinli durumlar insanları genellikle sıkar ve uzaklaştırır. Hayatı bir çıkmaza sürükler. Allah tarafından Müslümanlara bağışlanan oruç sıkı ve zor bir disiplindir. Özellikle oruçlu olduğumuz şu yaz aylarında çok daha zor. İnsan bedeninin dayanma güçlüğü ve irade bilinci burada belirginleşir. Susuzluğun ve günlük hayatın çekilmezliği. Ama Müslümanlar bunu manevi bir donanmışlıkla aşarlar. Oruç tutmak bir kendindenlik kazanır. Oruçlu olunduğunda insanın bu disipline karşı koyuşu söz konusu olmuyor. Dahası karşı koyanlar bile bir mahcupluk içinde olurlar. Karşı koyanlar düşman ruhludurlar. Allah’a karşı koyarlar. Amaçları beslendikleri yabancılıklara hizmet ederler. İnsana ve doğasına aykırı davranırlar. Salt aklın öncelediği, fizik ötesi algıyı yadsıyış iledirler. Akıl onların putu. Oysa kâinatın kendisi fizik ötesi. Sonsuzluk insan aklının da ötesinde bir varoluşa sahip. Bilinmezlikler içinde bilinmezlikler var.
İnsanoğlu tam bir şeye vardığını düşündüğünde ötenin de ötesinin var olduğunu fark eder. Fark eder ama o gene aklının tutkusunda ve tapınmasında. Çünkü kendini tanrı yerine koyma yeltenişinde. Kısacık ömrünün o darboğazını bile aşamayacak kadar bir mahrumluğa sahip. Öyle ki kendi ömrünü birkaç on yıl bile uzatamama aczinde.

İnsanoğlu kendi yasalarına bile uymuyor. Yasalarının disiplinine tahammül edemiyor.

Oruç zamanı. Allah’ın adalet ruhuna uygun bir bilinçleniş zamanı. Zamanı belli kesimlere uyarlamak ya da belli çevrelere özgü kılmak asla değil. Yeryüzündeki her insanın âdil bir sınanışla oruçlu olma bilinci.

Müslümanlar bu adaletli oluşu bir bütünlükle yaşarlar. Ve hayatlarının bütün zamanlarına yayarlar. Mevsim, mekân, tarih hemen her şey ve durum bir düzenle yürür. Adalet olgusu asıl oruçta belirir. İnsanların aralarında daha vergili oluşu sağlanır. Daha duyarlı, daha dikkatli ve daha bilinçli.

Oruç zamanında atılan her adımın bir anlamı olur. Etrafını görmenin bilincine erer. Her canlı onun için bir önem kazanır, her cansız önem kazanır.

Oruç zamanı… gökle yer arasındaki her nesne her şey manevi bir beliriş içinde olur. Hayat, mekân ve zaman birlikte dönerler, deveran ederler.

Oruçlu her kul bu zaman içinde kendisinin değerinin farkına varır. Evinin kapısından dışarı çıktığı andan itibaren duygulu bir bakışla neyin ne olduğunun bilincine erer. Komşularına, insanlara bakışı farklıdır. Çünkü algıları bütün olarak açılır.

Oruç zamanı. Az bir zaman değil. Bir yılın tam bir ayı. Bu zamanda mekânda bütüncül bir değişim yaşanır. İnsan daha bir duyarlılaşır, daha özenli olur daha sevgi dolu bir kaynaşma yaşar.

Oruç insanlık için bir lütuftur. Onun ödülü ve Karşılığı da Allah’tandır. Bu sonsuzluk sofrada bulunanlar manevi hazzı yaşarlar.



Oruç ve bilinç zamanı. İnsanoğlu diğer ibadetlerini yaparken kısa zaman ve an ile sınırlıdır. Bir vakit namazı beş on dakika içinde tamamlanır. Zekât maldan veriştir. Hac ibade . Hem mali hem de bedenidir. Daha rahat ve serbesttir. Çünkü ağızlar açık. Allah’ı birlemek, Elçisine bağlanmak ve duada bulunmak söz ve dil iledir. Kısa anlarladır.7edi İklim  Genel Yayın Yönetmeni Yazar  : Ali Haydar HAKSAL

Hazırlayan : Ayşe D.
tunaydinayse@outlook.com
Usta edebiyatçı Ali Haydar Haksal, milyonlarca müslümanın her sene heyecan ve coşku ile beklediği, ibadet ile geçirdiği Ramazan ayını ve orucu, o bilindik edip duyarlılığı ile okurlarına anlatıyor. En saf duygulardan en derin anlamlara kadar, orucun bir müslüman için ifade ettiği karşılık, Haksalın cümlelerinde adeta tecessüm ediyor.





19 Temmuz 2013 Cuma

Tarih Yazan İmparatorluğun Torunları / Osmanlı Mecmuası Dergisi


Bir Röportaj Bir Hasbihâl ' de bu ay :
                                                       
                                                               TARİH YAZAN İMPARATORLUĞUN TORUNLARI

 
Enes DEMİR
Bu hafta ki röportajımızın konuğu; Osmanlı Mecmuası genel yayın yönetmeni ve Büyük Osmanlı Topluluğu dernek başkanı Enes Demir. Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz?

23 yaşındayım. Tekirdağlıyım. İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü bilgi belge yönetimi son sınıf öğrencisiyim. Aynı zamanda Anadolu Üniversitesi uluslararası ilişkiler okuyorum.

 “Gerçek bir tarih için” sloganıyla yola çıkan Osmanlı Mecmuası nasıl doğdu?

Öncelikle çok değerli hocalarımızla istişare ettik. Bunlardan biri Yavuz Bahadıroğlu’dur. Kendisi bu işin devamlı olabilmesi için bize e-dergi önerdi. Fakat biz internet ortamıyla sınırlı kalmak istemediğimiz için basılı yayın heyecanıyla yola çıktık. Önümüze çıkan maddi sıkıntıları aştığımız noktada ilk sayıyı bin adet olarak okuyuculara sunduk. Dergimizin özellikle sosyal medya da gördüğü büyük talep üzerine bin adet kısa sürede tükendi. Gördüğümüz büyük ilgi neticesinde ikinci sayıyı üç bin adet olarak çıkardık. Bununla birlikte hızlı bir şekil de abonelikler arttı ve eylülde yedinci sayıyı okuyucularımızla buluşturacağız. Dergimiz, Türkiye’nin, alanında en uzman isimlerinden, akademisyen ve tarihçilerin yazılarından oluşuyor. Makalelerimizi o alanda uzmanlaşmış isimler yazıyor. Ayrıca, dergimizin diğerlerinden farkı; kaynakçalı çıkması ve kronolojik bir dergi olmasıdır. Vitrin süsü ve popülerizm amacı gütmüyoruz. Okullarda ve diğer alanlarda okutulmayan, gerçek tarihi öğretmek için buradayız. Hem üslup hem içerik açısından her kesime hitap ediyoruz. Sloganımız “Gerçek bir tarih için Osmanlıca mecmuası.”

Ayrıca ilk sayımızda Osmanlı encümeni mecmuasından esinlendik. Dergi sürekli kullanılan bir kelime olduğu için biz mecmuayı tercih ettik.



Bu büyük Osmanlı tutkunuz aileden mi geliyor ? Ayrıca aileniz dergi ve derneğiniz hakkında  ne düşünüyor?

Ailemde Osmanlı ruhuna sahip ve bizden manevi desteklerini esirgemiyorlar. Bununla birlikte benim içimden gelen bir araştırma arzum her zaman vardı. Daha ilkokulda iken bile boş zamanlarımda kütüphanede ansiklopedileri açıp araştırma yapıyor ve edindiğim bilgileri defterime kaydediyordum. Lise döneminde bu duygularım gelişip perçinleşti. Araştırmalarımın yanı sıra tarih programlarını ve toplantılarını ilgiyle takip ediyordum. . Bu faaliyetlerim, Osmanlı’ ya olan hayranlığımla bir araya gelince kendi irademle üniversitede Tarih Bölümünü seçtim. Tabii sürekli araştırma yaptığınız zaman şu veya bu şekilde saptırılarak, daha ilkokul çağından itibaren empoze edilen yalan tarihe tanıklık ettiğinizde vicdanınız elvermiyor. Ve bunun neticesinde vefa borcu olarak gerçekleri su yüzüne çıkarmak için çabalıyorsunuz.



Birazda Osmanlı’dan bahsedelim. Tarihimizin en çok tartışılan konusu; devletin bekası için kardeş katli hakkında bir tarihçi olarak sizin görüşlerinizi alalım;


Fatih kanunnamesinin iki nüsha olarak günümüze ulaştığı söyleniyor. Burada bazı tarihçilere göre Fatih’in; “Evlad-ı iyalimden her kime saltanat müyesser olursa, nizamı alem için karındaşının katli vaciptir.” sözü geçtiği iddia ediliyor.


İlk kardeş katli II. Murad döneminde gerçekleşmiştir. Bizans İmparatorunun diğer kardeş şehzadeyi kışkırtıp sadrazamı satın alması bunun en büyük nedenlerinden biridir. On iki yaşında olan Şehzade Mustafa’nın kandırılması sonucunda mecburi olarak kardeş kanı akıyor. Devlet bir fetret devri atlatmış. Timur Osmanlı’yı beş şehzadeye bölmüş ve bunun sonucu Osmanlı’nın Avrupa fetihleri sekteye uğramış. Küffara karşı gaza yapılamıyor, Müslümanlar eziyet altında yaşıyorlar. O dönem Memlükler Portekiz tehlikesiyle karşı karşıya. Bunun yanı sıra Peygamberimizin mezarı dahi ele geçirilmeye çalışılıyor. Timur tehlikesi tüm Anadolu’yu sarmış durumda iken Osmanlı Devleti ‘nde bu karar kaçınılmaz bir neticeydi elbette. II. Murat kardeşiyle karşı karşıya gelip binlerce kişinin helakına neden olmaktansa, devletin bekası için kardeşinin katlini emretmiştir. Aksi bir durumda karşı karşıya gelinecek bir iç savaşta en az otuz bin kişi katledilecek ve Osmanlı devletine iftira atan tarihçiler bu seferde: “Kendi ihtiras ve iktidar hırsları için gözlerini kırpmadan binlerce cana kıydılar, Türk ırkının kanını acımadan akıttılar” diyeceklerdi. Bu yüzden Osmanlı; Binlerce cana mal olmaması için, küffara karşı gazadan geri kalınmaması için, İslam birliği çökmemesi için kendi kardeşlerini feda etmiştir. Aslında bu takdir edilesi bir fedakarlıktır bahsettiğimiz. İnsanın kendi kardeşinin canına kıyması kolay bir iş midir?
Osmanlı yönetiminde vezirler ve devlet görevlileri arasında müthiş bir çekişme vardı. Hükümdardan memnun olmayan muhalifler diğer şehzadenin tarafını tutup onu destekliyorlar ve şehzadeyi isyana teşvik ediyorlardı. Kendi şehzadelerinin tahta çıkması ile vezir olma imkânı bulacağını ümit ederek kışkırtıyorlardı. Su istimaller de oldu tabi. Özellikle de Ekber ve erşed sisteminde. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethetme planları yaparken, şehzade Orhan Bizans İmparatorunun elinde esirdi. Bu yüzden Osmanlı her sene Bizans’a altıyüz bin duka vergi ödüyordu.
“ Eğer Fatih üzerimize gelecek olursa Şehzade Orhan’ı Edirne’ye gönderip tahta çıkartırız” diyerek tehdit ediyorlardı. Bu yüzden Osmanlı İmparatorluğu, devletin geleceği için kendi kardeşini feda etmiştir ve bu bir marifettir. İltifata tabi olmalıdır, hakarete değil.
Osmanlı padişahlarında kut anlayışı vardı. Bu anlayışa göre; Tanrı padişahlığı nasip eder. Bu yüzden padişahlar tahta çıktığında ilk yayınladıkları hattı hümayunda: “Allah’ın inayetiyle bu makama geldiğini” bildirirdi. Bu yüzden Osmanlı’da veliaht belirleme diye bir şey söz konusu değildir. Padişahlardaki düşünce şudur;
“Allah, oğullarımdan hangisine padişahlığı nasip ederse o olacaktır.”
Fakat Sultan Ahmet kardeşi I. Mustafa’ ya kıyamıyor. Tarihi gerçeklerde Deli Mustafa diye adlandırılan –ki asla deli değildi, devlet işlerinden uzak durmak için öyle davranıyordu- kardeşine kıyamadığı için ekber erşed usulünü getirmiştir. Yani şehzade olarak yaşı en büyük ve akıllı olanın tahta geçmesi kanunlaştırılmıştır. O döneme kadar babadan oğula geçen taht, bu usülle kardeşe de saltanat imkânı sağlamıştır.
Diğer yandan IV.Murat tahta çıktığında iki şehzadeyi de katlettirdi. Birini Revan, diğerini de Bağdat seferine çıkarken. Geriye Şehzade İbrahim kaldı ama IV. Murad’ın kendi oğlu olmadığı için İbrahim’in canına kastedilmedi. Burada yargısız infaz etmeden önce bir şeyi idrak etmemiz lazım. IV. Murad’ da çocukken öldürülme korkusuyla yaşadı. Cellatlarını bekleyen, buhranlarla, travmalarla ve ruh bunalımlarıyla geçen bir yaşam kolay olmasa gerek.

Yine tarihçiler tarafından oldukça tartışmalı bir konu olan Tanzimat ilan edilmeseydi?


Tanzimat’ı hazırlayan Sultan Abdülmecid değildir. Onun babası yenilikçi padişah II. Mahmut’tur. Onun döneminde iyi niyetli bir şekilde batı örnek alınmıştır. Daha sonra oğlu Sultan Abdülmecid babasının yolunda ilerlemeye devam etmiştir. Tanzimat döneminde posta teşkilatı, karantina, yollar, telgrafhane, tren yolu, İlk devlet ve resmi gazete yayını ile birlikte okullar kurulmuş ve bir çok ilerleme kaydedilmiştir. Bunları göz ardı etmemek gerekir ki bunlar Tanzimat’ın getirdiği yeniliklerdir. Diğer taraftan olumsuz tarafı ise: Şer-i hükümlerle idare edilen devlette hukuk alanında açılımlar yapılıyor. Bu açılımlar, yetiştirdiği kuşak itibarıyle Cumhuriyet’e yön tutan yeniliklerdir. Fakat şu an içinde bulunduğumuz Türkiye’nin  durumu gibi teknolojik gelişme ve ilerlemeleri örnek almak yerine bir kültür kayması yaşanıyor o dönemde. Bu arada farklı bir aydın zümresi yetişiyor. Şinasi, Namık Kemal gibi.
Islahat fermanıyla can, mal ve namus güvenliği devlet güvencesi altına alınan gayrimüslimlerden alınan vergi kaldırılıyor. Elbette bu olay Müslüman tebaanın büyük tepkisini çekiyor. Şimdi ki Kürt açılımını nasıl ki Türk’lüğe zarar vermek olarak görüyorsak, o dönemki açılımı da halk Müslümanlığa ve Şer-i düzene büyük bir tehdit olarak algıladı. Aslında paralel bir nokta bu. İki olayı da  böyle bir çerçevede ele alırsak daha iyi anlamış olabiliriz. Ayrıca şu noktayı da gözden kaçırmamak lazım. Sultan Abdülmecid batılı bir prens gibi yetiştirilmiştir. Batı hayranıdır ama bu özelliklerini devletinin bekası için kullanmak istemiştir. Fakat burada nüans ayarında bir bozulma var. Tanzimat ve Islahat fermanı bazı yazarlarca devletin yıkılma nedenlerindendir. Bununla birlikte Tanzimat’ın birinci ismi Mustafa Reşit Paşa’yı mason olarak nitelendirirler ve Tanzimat’ın hatalarını da ona yüklerler. Oysa ki yazar Yılmaz Öztuna Reşit Paşa’yı Osmanlı tarihinin bir numaralı sadrazamı olarak nitelendirir . En büyük nedenlerinden biri de şudur: Kütahya önlerine kadar gelen Kavalalı MehmetAli Paşa isteseydi devleti dahi ele geçirebilirdi ama Reşit Paşa siyasi zekasını kullanarak, sadece Mısır ve Suriye valiliğini Kavalalı’ya vererek, toprak kaybı olmadan bu zorlu problemi çözebilmiştir.


Enes Bey, kendinizi en çok hangi padişaha yakın hissediyorsunuz? Hangi padişahı örnek alıyorsunuz?


Örnek aldığım padişah, atam Fatih Sultan Mehmet’tir. Onun hayatını araştırdıkça, yaptığım hiç bir işi yeterli görmüyorum. Kabıma sığamıyorum. Uyuşukluk bize göre değil, vaktimiz yok. Bu yönümle de kendimi Yıldırım Beyazıt’a benzetiyorum. Ama duygu dünyamda kendimi atam Kanuni’ye benzetiyorum . Özellikle şiirleriyle çok özdeşleştiriyorum kendimi. Benim söylemek istediklerimi sanki beş yüz yıl önce dile getirmiş. Ama siyasetçi ve idareci olarak olmak isteğim kişi Fatih Sultan Mehmet’tir ki o Allah’ın ve Resulünün sevmediği hiçbir işe itibar etmezmiş. Ben bunu kendime düstur ediniyorum.

Bir programcı Fatih Sultan Mehmet için gay yakıştırması yaptı. Bu açıklama hakkındaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?


Bazı tarihçilerde içki içtiğini söylüyor. Çünkü  Fatih’in divanını okumadıkları ya da bilerek çarpıttıkları için. Belgrad kalesinde “Fatih sen şımardın, sarhoş haline geldin ki bir küçük kaleyi fethedemedin” yazılıdır. Divan edebiyatında teşbih, istiare, kapalı istihare, mecaz-ı mürsel sanatları kullanılır. Aşk, şarap, kadın en çok kullanılan tabirlerdir. En dindar şairler bile şarap kelimesini kullanmışlardır. İçtikleri için mi? Elbette ki hayır. Buna rağmen Pelin Batu denen gafil, Fatih’e gay yakıştırması yapıyor. Bu bir iftiradır. Onun haddine mi düşmüş peygamber müjdesine nail olmuş bir padişaha eşcinsel yakıştırması yapmak? Bunların amacı nedir? En büyük padişahlar; Sultan Abdülhamid’e kızıl sultan, baskıcı diktatör, Kanuni’ye bir kadının esiri, Yavuz Sultan Selim’ e ise katil diyerek en gözde padişahlarımızı milletinin gözünde yerle yeksan etmek istiyorlar. Burada halkımıza düşen görev, bu kişilere itibar etmemesidir. Tarihi tarihçilerden öğrensinler.

Sizce günümüzde Osmanlı’dan bize kalan miras nedir?

Manevi mirasımız genetiğimizdir. Adetimiz, geleneğimiz, kültürümüz, örfümüz var. Her ne kadar son dönemde yozlaşmış olsak da saf ve temiz kalan taraflarımız bize Osmanlı’dan kalan yadigardır. Maddi olarak ise kültür turizmimiz. Turistler ülkemizde hangi eserleri geziyor? Elbette  Osmanlı İmparatorluğundan kalan sarayları, kütüphaneleri ve tarihi mekanları. Cumhuriyet döneminden kalma hiçbir eser yok. Osmanlıya reddi miras edenler, ondan rant elde etmeye devam ediyorlar oysa. Bunu göz ardı etmemek lazım.

Sizce Osmanlı’nın en vahim hatası nedir?

Bence Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkan en büyük neden hoşgörüsüdür. Nankör insanlara ve devletlere karşı sonsuz iyi niyetidir. Şimdi herkes bedelini ödüyor. O dönemde yaptıkları ihanetler, şimdi ki masumlardan çıkıyor. Zalimin zulmü altında inim inim inleyen Ortadoğu ve Kafkaslar başta olmak üzere bir çok İslam ülkesini sayabiliriz.
II. Selim, kadı kiliseyi yıktırdı diye ferman yazdırıp onu görevinden almışken,siz nasıl onlara adaletsiz, eşitlikten uzak ve barbar dersiniz? Ki tarih Osmanlı’nın hoşgörü örnekleriyle doludur. Tabii şu da var. Birini sürekli dövüp sindirirseniz o kişi de sürekli sizi yenmenin yollarını arar. Fetihten fetihe koştuğumuz, tabiri caize en ufak hatasında Osmanlı tokadı attığımız Avrupa sürekli bu güçlü imparatorluğu yenme planları yapıyordu. Askeri sahada zayıfladığımız an, gücümüzle titrettiğimiz Avrupa’ya yenildik. İbn-i Haldun mukaddimede derki; Devletlerde insanlar gibidir. Doğar, büyür, gelişir ve yıkılırlar. Tarihte her devlet en parlak dönemlerinden sonra yıkılma sürecini de yaşamıştır. Ama önemli olan tarihten ibret ve ilham almamız gerektiğidir.

Derginiz ve derneğiniz hakkındaki temennilerinizi alalım:


Ülke çapında sistemli bir şekilde teşkilatlarımızı oluşturmaya devam ediyoruz. Bilinçli ve eğitimli insanların görev aldığı bir sivil toplum kuruluşu olarak yolumuzda ilerliyoruz. İnsanımıza gerçek tarihimizi öğretmek için başvurabileceği bir dernekleri olduğunu hatırlatmak  isterim. Ecdadına karşı bir vazife, bir sahip çıkma duygusuyla dolup taşan yüreklerimizle ülke çapında idealimizi gerçekleştirebilmek ise en büyük arzumuz. Dergimiz Osmanlı Mecmuası adına şunu da belirtmek istiyorum ki; Tarihçi demek diplomat demektir, diplomat demek ise devlet adamı demektir. Tarihini çok iyi bilen bir siyasetçi devleti yönetmeye talip olmalıdır ki; tarihten aldığı ilhamla yolunda emin adımlarla yürüyebilsin. Ve dünya tarihine devletinin adını altın harflerle yazdırabilsin. Kökleri sağlam olmayan ağaç içten içe çürür ve yok olur. Osmanlı imparatorluğu gibi sağlam köklere, şanlı bir tarihe sahip bir devlet, ancak Osmanlı’nın bilgelik dolu gölgesiyle tüm dünya üzerinde yeniden hakimiyet kurabilir.
 
Değerli vakitlerini bize ayırdığı için Sayın Enes Demir’e ve  röportaja katkılarından dolayı Yazarımız Özlem Doğan hanımefendiye  teşekkürlerimizi sunuyoruz...

Röportaj / Ayşe D.
tunaydinayse@outlook.com