4 Eylül 2013 Çarşamba

Ak Parti İstanbul Milletvekili ve Grup Başkan Vekili Sayın; Belma Satır ile Röportajımız..



KADINLAR SİYASETTE DAHA ÇOK OLMALI

Ak Parti İstanbul Milletvekili ve Grup Başkan Vekili Belma Satır gazetemize konuk oldu. Aslında bu ziyaret, sadece bir vekilin herhangi bir gazeteyi ziyaret etmesi değildi. Ziyaretin temelini Gazetemiz imtiyaz sahibi ve Yıldız Şirketler Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Ayşe Serpil Yıldız’la, İstanbul Milletvekili Belma Satır’ın uzun yıllara dayanan dostluğuydu. Belma Satır ve Ayşe Serpil Yıldız, siyasette de uzun yıllar birlikte çalıştılar. İşte bu eski günlerin yâd edildiği ziyaret, konuk siyasetçi olunca ister istemez röportaja kadar uzanıverdi.
İşte sizlere hukukçu ve siyasetçi kimliğiyle Belma Satır’ın bizlerle paylaştıkları:


Ailenizde siyasetle ilgilenen biri var mıydı? Siyasete atılmaya nasıl karar verdiniz? Sizi yönlendiren oldu mu?

Ailem de siyasetle ilgilenen hiç kimse yoktu. Siyasete sıcak bakmazlardı. Babam devlet memuru olduğu için siyasete de çok uzaktı. Bizim okuduğumuz 12 Eylül öncesi dönemler Türkiye'nin en karışık dönemiydi. Bir genç olarak bu olayların içinde olmamı ailem hiçbir zaman istemediği için siyasetten uzak kaldım. Ancak,  mesleğimin belli bir noktasında maddi ve manevi olarak belli bir seviyeye geldikten sonra aktif olarak siyasete girmeyi tercih ettim. Siyasete girmeden önce de Türkiye'deki gelişmelerle, siyasi olaylarla sürekli iç içeydim. Hukuk Fakültesinde okuduğum için siyasi ve sosyal olaylara üniversite yıllarımdan bu yana yakın davrandım. Sivil toplum örgütlerine çok sık gidip geliyordum. Bu derneklerin çoğu da muhafazakar, milliyetçi derneklerdi. Orada entellektüel bir birikimim oldu. Ak Parti'nin kuruluşuyla beraber kurucu üyelerinden biri oldum.


Kadın vekil olmanın avantajları ve dezavantajları sizin için nelerdir ?

Ben yıllarca avukatlık yaptım. Bazı olaylarda kadın ve erkeği ayırmak çok doğru değil. Kadının yaradılıştan gelen bir takım yetenekleri var. Çalışkan olmak, dürüst olmak, hızlı çalışmak, iletişim kurma kabiliyeti bunlar herkes için eşit olan şeyler. Kadınlar olaylara daha aklı selîm yaklaşabiliyorlar. Daha sabırlı ve birleştirici olabiliyorlar. Siyasette erkeklerin giremediği alanlara kadınlar çok rahat bir şekilde girebiliyor. Bunları kullandığınız zaman kadın olmanın farkını gösterebiliyorsunuz..

“ Milletvekilliği gibi bir hedefim yoktu ”


Türkiye'de siyaset sadece milletvekili olarak yapılıyor diye biliniyor. Ben ilk girdiğimde milletvekili olacağım diye bir hedefim yoktu. Sadece Türkiye'nin sorunlarına çözüm üretecek bir hareketin için de olmak, demokratikleşme ve kalkınmayı sağlamak için çalışan bir ekibin üyesi olmaktı amacım. Siyasetin sadece Milletvekili olarak TBMM’de yapılacağını düşünmemekteyim. Parti kurucusu olduğum için, bunu her zaman ve her yerde söylüyorum. Siyaseti, siyasi partilerde, parti teşkilatının Kadın Kollarında, Gençlik Kollarında, Yerel Yönetimlerde, Meclis üyesi olarak veya bir takım STK'larda yapabilirsiniz.


Mecliste bayan vekillere karşı uslûpları bayan vekil olarak nasıl değerlendiriyorsunuz ?

Mecliste hırçınlığın, saygısızlığın kadını erkeği olmaz. Bunu her iki tarafta yapabiliyor ancak erkekler biraz daha çabuk sinirlenebiliyorlar. Meclisin çalışma şartları insanları sinirli, hırçın yapabiliyor. Kadınlar yaradılıştan gelen biraz daha zarif, biraz daha naif oluyor. Bunun tam tersi olan kadınlar da var. Meclisteki konuşma dilimiz tüzükte yazıldığı gibi temiz bir dil olmalıdır. Meclisin iç tüzüğünde böyle bir madde var.

İnsanları sevmeyebilirsiniz ama saymak zorundasınız. Orası bizim mahrem alanımız. Orada bizim daha fazla saygılı olmamız lazım. Orada kadınların varlığını, başka bölgelerden gelen Milletvekillerin varlığını ve hassasiyetleri düşünmemiz lazım. Dolayısıyla biraz daha dikkatli olmak lazım.

Meclisin yoğun temposunda ailenize vakit ayırabiliyor musunuz ?

Üniversiteden mezun olduğumdan beri, serbest iş hayatında aktif olarak çalıştım. Kendi ofisim vardı. Dolayısıyla zamanı iyi değerlendirmesini çok iyi bilirim. Onun için kadınların eve vakit ayıramıyorum gibi sözleri bana çok komik geliyor. Siz zamanınızı iyi değerlendirebilirseniz, özellikle bu modern çağda, bu kadar elektronik aletlerin, teknolojinin kullanıldığı ve her türü bilgiye ulaşabileceğimiz internet sitelerinin olduğu bir dönemde, bunların çok konuşulmasını bir kadın olarak doğru bulmuyorum. Kişinin niyeti ve zamanını iyi değerlendirmesi çok önemli..

Ortadoğudaki gelişmelere yaşananlara ve gezi parkı olaylarıyla ilişkilendirmelerine nasıl bakıyorsunuz ?

Ortadoğu’da yaşananlar tamamen vahşet. Bunu bütün dünya kabul ediyor. Ama uluslararası toplum buna henüz tepki göstermedi. Bu da işin ayrı bir boyutu. Gençlerin, çocukların, kadınların öldürülmesi, insanların yurdunu terketmek zorunda kalmaları, bu durumun hiçbir haklı sebebi olamaz. Bunun kabul edilecek hiçbir tarafı yok. Maalesef Mısır'da yaşanan olaylar ondan evvel Suriye'de yaşanan olaylar.

Ayrıca, Suriye’de kimyasal silah kullanıldığı hemen hemen netleşen bir konu. Bunları tabii ki kabul etmek mümkün değil. Bu olayları Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak ilk günden beri kınadık. Olması gereken de buydu. Bu bize sınır oldukları için değil, bize çok uzak ülkelerde dahi olsa, verilecek tepki aynı şekilde olurdu. Yardımlar maddi manevi gösterilirdi. Dileğimiz bu durumun uzun sürmeden, aklı selîm bir şekilde düzelmesi.

Gezi Parkı eylemleri çok farklı bir olay. Gezi Parkı'ndaki olay çok sosyolojik. Yanlış yönlendirilen insanlarda oldu. Çevre katliamı adı altında başlatılan olaylarda insanları galeyana getirdiler. İlk gün internet sitelerine son derece kirli bilgiler yayıldı. Orada bir vahşetin olduğu, insanların öldürüldüğü, çocukların kaybolduğu, çocukların anne kucağında öldüğü, hastanelerde acil servislerinde bile hiç doktor bulunmadığı, herkesin Taksim'de Gezi Parkı civarında olduğuna dair. İyi niyetli olduğuna inanan bir kısım insanlar oraya gitti, fakat ikinci gün görüldü ki bunun arkasında başka şeyler var. İyi niyetli, saf, temiz vatandaşlar kendilerini geri çektiler. Diğerleri bu işi yürüttüler. Tabii burada bir devlete karşı ayaklanma vardı. Ayaklanma tabir edeceğimiz bir eylem vardı. Çok şükür ki emniyet yetkililerimiz ve akli selim vatandaşlarımız belli bir yerde durdu. İnşallah bir daha tekrarı olmaz.

Bir Hukukçu olarak son günlerde iyice alevlenen Demokrasi algısı ile ilgili düşünceleriniz?

Türkiye'de bu kadar gezi olayları bağlamında olayların olması, her isteyenin istediğini istediğine söylemesi, isteyen köşe yazarı istediği gazeteye yazması, Türkiye'de demokratikleşmenin var olduğunu gösteriyor. Türkiye'deki yönetim sistemiyle ilgili dahi insanlar fikirlerini rahatlıkla söyleyebiliyorlar, yazabiliyorlar. Bundan 10 sene evvel söylemek değil tasavvur etmek mümkün bile değildi. Şu anda Türkiye'de gelinmek istenen nokta ve Ak Parti'nin asıl amacı parti programımızın ismi de buydu; "Demokratikleşme ve Kalkınma".
Dolayısıyla biz bu demokratikleşmeyi sağlamış durumundayız ki bu olaylar bu noktaya geldi.
Ben her türlü fikrin söylenmesinden yanayım. Her türlü sivil toplum örgütünün toplantı ve yürüyüş yasasına uygun faaliyet yapılmasından yanayım. Hiç bir konu da engellemelerden yana değilim.

İnsanlar özgürce suça karışmayacak şekilde fikirlerini söylemelidirler, anlatmalıdırlar, yaymalıdırlar. Ama son kararı her zaman halk vermeli.

Onu da, nerede vermeli? Sandıkta vermeli. Sandıktan çıkan sonuca da hepimiz saygı duymalıyız. Bugün biz iktidarız yarın başka birisi iktidar olabilir. Biz onlara saygı duymak zorundayız. Asıl bu kültürün gelişmesi lazım..

Bu toplumun % 50'sinden fazla oy alan bir iktidar partisi milletvekili olarak, biz herkesin fikrine saygı duyduk ve onları dinledik. Gezi olaylarından sonra da sayın Başbakanımız davet etti, kendilerini dinledi. Varsa bir eksik yerine getireceğiz denildi. Bu nokta da aklı selîm vatandaşlarımızda ikna oldu. Dolayısıyla Türkiye'de demokratikleşme, demokrasi en fazla seviyede. İnşallah daha da fazla olacak diye düşünüyorum.

Hukukçu bir vekil olarak Ak Parti'nin özgürlüklere bakışını nasıl yorumluyorsunuz ?

Bizim hedefimiz o zaten. Özgürlüklerden korkmamalıyız. Sloganımız, farklılıklar zenginliğimizdir. Onun için ben karşımdaki ne başörtülü bir arkadaşımdan, ne ermeni bir arkadaşımdan, ne musevi bir arkadaşımdan, ne de ataist bir arkadaşımdan korkuyorum.
Hepsinin kendi içinde yaşadıklarına saygı duyuyorum. Yöneten olarak biz, oy vermeyenler olsa bile onlara eşit hizmet sunmak ve demokratik iklimin sağlamakla kendimi yükümlü hissediyorum. İleri demokrasi dediğimizde bu zaten. Herkese eşit mesafede olmak, herkesin istediği yaşam standartının yaşaması için yöneten olarak üzerimize düşen görevleri yapmak.

Siyasete girmek isteyen kadınlara tavsiyeleriniz ?

Kesinlikle tavsiye ediyorum. Siyasete girmek demek, ötekileşmek veya toplumda kendini afişe etmek anlamına gelmez. Siyasete girmek bir medeni cesarettir. Anadolu'da kadının sosyalleşmesi için büyük bir adım. Sonra kendi çocuklarınız, kendi aileniz, etrafınızın, köyünüzün, kentinizin, ilçenizin seviyesine yaşam standardına devletin hizmetleri adına yapılacak çalışmaların bir nüvesi olmanızı sağlar.

Dolayısıyla kadınlar siyasette varlar. Daha da çok olmalıdırlar. Özellikle Yerel Seçimlerde.. Çünkü yerel siyasette yapılanlar vatandaşa çok daha çabuk ulaşır. Yerel siyasettekileri vatandaş görür. Ankara'da merkezi hükümetin yaptıklarını göremeyebilirsiniz. Onun size ulaşımı belli bir zaman sonra size gelebilir. Yerel siyasetteki başarı da başarısızlıkta daha çabuk ulaşabilir. Onun için kadınların özellikle önümüzdeki yerel seçimlerde İl Genel Meclis üyeliğine, belediye meclis üyeliğine, muhtarlığa ve belediye başkanlığına özellikle belediye başkanlığına aday olmalarını ve o yarışa girmelerini öneririm. Bu bir yarış. Kötü anlamda söylemiyorum bu yarışı. Hizmet yarışı. Girersin bu dönem olmaz bir daha ki dönem olur. Bu yarışın içinde olarak kadınlarımız siyasi tecrübe kazanıyorlar. Aksi takdirde ben evde oturayım, ben çok değerli bir varlığım, biri gelsin bana teklif etsin bakan olayım, milletvekili olayım, belediye başkanı olayım diye bir lüks yok. Yıllarca kadınlar Türkiye'de bunu beklediler. Erkekler çalıştı, kadınlar kendisine teklif götürmesini beklediler. Böyle bir dünya yok.  

Kadınların siyasette yer almasındaki engeller sizce nelerdir? Sadece kota bu sorunu çözebilir mi ?

Erkekler yıllarca bu oyunun içinde oynamış. Siz bu alana yeni giriyorsunuz ve eşit seviyede olmak istiyorsunuz. Sizin hiç bir tecrübeniz yok. Bir yarış var orada hiç bir gayretiniz yok. Ve eşit seviyede olmak istiyorsunuz. Biz parti olarak destekliyoruz. Teşkilatlarımızdaki kadın sayılarımızı böyle arttırdık. Teşkilatların % 30 u kadın olacak kararı alındı. Kadının seçilmesinden ziyade orada olan başarı önemli. Diyebilirsiniz ki her erkek başarılı oluyor mu? O da olmuyor. Ama kadının başarısızlığı daha çok göze batıyor. Çünkü kadın oraya emek sarf etmeden gelmiş oluyor. Burada kadınların tabandan başlayarak özellikle teşkilatlardan başlayarak adım adım ilerlemesinden yanayım.
 Engel var mı? Tabii ki şu engel var; erkekler zaten yıllardır bu yarışın içinde varlar. Ama kadınlar yeni giriyor. 10 yılda çok yol aldık. Özellikle Ak Parti Teşkilatları'nda kadınlar adına çok yol alındı. Bundan sonrada inşallah kadınlar bir çok alana girecek.



Siyasete girmeden önce ve girdikten sonra hayatınızdaki değişiklikler nelerdir?

Siyasete girmeden önce avukatlık yapıyordum. Bizim meslekte de farklı kesimlerle muhatap olmanız mümkün. Yani örnek veriyorum bir maden mühendisi olsanız, sadece maden ocağında bulunursunuz ama ben avukatlık yaptığım için bir dönem eczacılık firmasının avukatlığını yaptım. İşte eczacılıkta jenerik ilaç nedir? Nasıl izin alırlar? Ruhsat nasıl alınır? onu öğrendim. Maden şirketinin avukatlığını yaptım. Maden ruhsatı nasıl alınır? Kaçak maden nedir ? vs. Gayrimenkul şirketinin işini yaptık. Onlarla uğraştık. Toplumun farklı kesimlerinden insanlarla ve iş konularıyla çalıştım. Hep malzemem insandı. Avukatlıkta da malzeme insandır. Boşanma davalarına bakarsınız. Kadın, erkek ilişkilerine bakarsınız. Çocuklar, vekalet, nafaka vs. Dolayısıyla siyasette o anlamda çok zorlanmadım. Kapalı kapılar ardında iş yapan birisi değildim. Her zaman alandaydım. Ama siyasette ki tek fark bütün Türkiye ye açıldık. Bir de hayalinizdeki olan bir şeyi gerçekleştirmek bu çok önemli bir şey. Bunu ben tek başıma yapmadım tabii. Ak Parti bir harekettir. Başbakanımızın Başkanlığı’nda ki bu hareketin alan da kabulünü ve başarısını gördüğünüz zaman çok mutlu oluyorsunuz. Yurtdışına gittiğimiz zaman oradaki gençlerimizin ülkeleri ile ilgili bu başarılarıyla gurur duyduklarını ve heyecanlandıklarını görebiliyoruz. Eskiden yurtdışına giderken hep ötelenirdik, pasaportunuzun bir hükmü yoktu. Şimdi tam tersine biz gitmeden onlar bize geliyorlar. Ben çok yabancı yatırımcıya danışmanlık yaptım. Türkiye’ye gelmek için can atıyorlar. Özellikle bakın bu çok önemli; yabancı profesyonel çalışanlar Türkiye’de çalışmak istiyorlar. Maaşlı çalışmak istiyorlar. Çünkü bizim şartlarımız yurtdışındakine göre çok iyi. Avrupa’nın durumu ortada, kan ağlıyor, ekonomik kriz var. Eskiden Almanya’daki Türkler, Türkiye’ye gelirken bavulları dolu gelirdi. Şimdi öyle bir şey yok, tam tersi buradan götürüyorlar. Yani çark ters döndü. Ben bu çarkın içinde görev almış bir kişiyim.  

Sonra örnek oluyorsunuz kadınlara. Benim şöyle de bir artım var. Ben halktan gelen biriyim. Ben memur çocuğuyum. Eğitimimden bu güne Allah’a çok şükür kendi emeğimle geldim. Bilinen çok ünlü bir ailenin de kızı değilim. Bu Türkiye’deki kadınlar için de iyi bir örnek.  Herkes Milletvekili olabilir, herkes İl Genel Meclis Üyesi olabilir. Ama ben bunu bugün olmadım. 10 senelik aktif olarak siyasetin içerisindeyim. 10 sene partinin her kademesinde görev aldım..

Sinop’ta Nükleer Santral yapımı için neler düşünüyorsunuz. Nükleer Santrali zararlı buluyor musunuz ?

Hiç bir konuda kapalı olmamak lazım. Her konuda istişareye açık olmak lazım. Ak Parti’nin en büyük başarısı bu. Eğer Ak Parti bir konuya karar verdiyse, bunun muhakkak bilimsel çalışmaları ve araştırmaları yapılmıştır. “Dün düşündük, Bakanlar Kurulunda karar verdik hadi biz bunu yapalım” diye bir anlayışımız yoktur. Konuyla ilgili Sivil toplum çalışmaları yapılmıştır. Halkın görüşü alınmıştır ve en önemlisi halkın menfaati düşünülmüştür. Türkiye enerji kaynakları açısından zengin bir ülke değil. Bizim petrol kaynaklarımız yok. Dolayısıyla enerji ihtiyacımızın önemli bir bölümünü karşılamakta olan kömür kaynaklarımızın rezervleri hızla tükenmektedir. Kömür son derece kötü bir şekilde çıkartılmış bugüne kadar. Kömür de belli bir noktaya gelinmiş Türkiye’de. Rüzgar enerjisi kaynakları bugüne kadar kurulmamış Türkiye’de yeni yeni bunlar kuruluyor. Türkiye’de maalesef aşırı bir enerji israfı var. Şimdi biz iki kollu yürüyoruz. İstanbul Ticaret odası Başkanlığı’nda ‘ Enerji Hanım ’ diye bir proje başlattık. Yani siz de kaynak çok olsa bile yine bir tasarruf yapmanız lazım. Enerji tasarrufu yoluna gidiliyor. Öbür tarafta da var olan enerjilerimizi en iyi şekilde kullanmamız lazım.

Enerji ihtiyacının sürekli arttığı ama kaynakların gittikçe azaldığı dünyada, enerjinin daha verimli kullanılması için büyük Türkiye olarak yeni enerjiler üretmemiz lazım. Nükleer enerji de bunlardan biri. Nükleer Enerji için Türkiye’ye gelen bazı firmaların araştırma yaparak, kendi ülkelerinde olan bir şeyin biz de olmaması onların menfaatlerine dokunduğu için maalesef bizim bazı sivil toplum örgütlerimizde bu gerçeği bilmeden çevreci adı altında bunlara engel olmaktadırlar. Şunu inanın, Hükümetimiz ve konuyla ilgili Enerji Bakanlığımız bu alandaki incelemeleri, olumlu ve olumsuz yönleri en ince ayrıntısına kadar araştırıldıktan sonra uygulama aşamasına geçilmektedir. Nükleer Enerjinin ben çok zararlı olduğunu düşünmüyorum. Nasıl gezi olaylarında Kanal İstanbul Projesi, Havaalanı yapılması, IMF’ye olan borcumuzun bitmesi, bütün bu dev projeler bir şeyi tetikledi.

Siz her yıl, her ay IMF’ye bir para ödüyorsunuz. Şimdi o kapandı. Dünyada ki önemli ve genç bir müşteri gitti. Bizler çok iyi vergi ödeyen, devletine bağlı bir insanlarız. Devlete ödenen bu vergilerle bu ülkeye yatırım yapılamıyordu. Sürekli olarak IMF’ye borç ödüyorduk.  Bu borç ülkeleri bağlıyor ve o bölgeyi sıkıntıya sokuyordu. Hatta IMF kendi bürokratlarını o ülkeye gönderiyor, Başbakanlık, bakanlık makamında görevler veriliyordu. Hatırlanacağı gibi Kemal Derviş bu bağlamda gelmişti Türkiye’ye. Dünya da örnekler vermek istiyorum. Yunanistan, İspanya, Brezilya da aynı durumdalar. Kendi adamlarını getiriyor bize Başbakan olarak. Bunu anlamamak için hakikatten kör olmak lazım..

Onun için Nükleer enerjiye de aynı şekilde bakıyorum. Büyük Türkiye için bu enerji kapısını aralamak, hatta girmek zorundayız..



Röportajın ardından, " Her ne kadar internetten okusanız da gazeteye dokunmak başka bir duygu " diyen Milletvekili Belma Satır'la birlikte bir gazete sayfası hazırladık.
Ve onu da kıyısından köşesinden mesleğe bulaştırmış olduk.. :)





Röportaj : Ayşe Dursun

31 Temmuz 2013 Çarşamba

Ramazan Ayına Muhabbet ve Sevgi / Gülşah Nezaket Maraşlı

' Ramazan deyince ' de bugün Yönetmen / Yazar Sayın ; Gülşah Nezaket Maraşlı'nın kaleminden Ramazan ; ' Ramazan Ayına Muhabbet ve Sevgi '

Gülşah Nezaket Maraşlı

RAMAZAN AYINA MUHABBET VE SEVGİ



Her sene Ramazan ayını büyük bir heyecanla bekliyoruz. Ramazan’ı heyecanla beklemek dahi Müslüman olana sevap kazandırıyor. Ramazan, tüm güzelliğiyle, tüm sıcaklığıyla ve muhabbetiyle geliyor. Orucu açlık olarak değil, ibadet olarak görmek, Ramazan’ın en güzel hediyesi, bereketi bizlere.

Ancak ne yazık ki bu sene Ramazan ayına büyük üzüntülerle girdik, büyük üzüntülerle de bu mübarek ayı uğurlayacağız sanırım.. İslam ülkeleri ve ümmet üzerine oynanan oyunların artık bu kadar azgınlığa dönmesi, katliama dönüşmesi, bu coğrafyanın gelecekte telafi edemeyeceği sarılamayacak yaralar açıyor şu an. Biz bu oyunların oynandığını biliyor, bu gelişimleri bekliyorduk. Çünkü amacın ne olduğu açıkça belli. Ortadoğu’yu Müslümanlardan temizlemek için yüzlerce yıl öncesinden planlanan kurgunun devamı yaşananlar.. Hiç olmazsa Ramazan ayında ümmetin birliğini görmek isterdik. Kimsenin olanlara ses çıkarmaması, Ramazan’ın ruhunu da zedeliyor.
Dünya bu sene Ramazan’ı böyle yaşıyor.. Ülkemize baktığımızda Ramazan ayının her sene giderek daha bir muhabbetle yaşandığını görüyoruz. Özellikle Ramazan’da yapılan fuarlar, sergiler, halkın gece sahurunu açık havada rahatça yapabileceği alanların olması, Ramazan ayını en güzel şekilde değerlendirmemizi sağlıyor. Bazı yerlerde saray usulü teravih kılınması, bazı camilerde hatimlerle teravih kılınması da yine Ramazan ayını en güzel şekilde idrak etmemizi sağlıyor.

Bu mübarek ay hürmetine İslam coğrafyasının artık kendine gelmesini ve inancı dışında hiçbir güce boyun eğmemesini, Allah ve Resulullah (SAV) muhabbetiyle başının hep dik durmasını temenni ediyoruz.   


Yönetmen -Yazar / Gülşah Nezaket Maraşlı

Hazırlayan / Ayşe D
ursun
tunaydinayse@outlook.com



          ZİNCİRLER ARDINDAKİ TARİH: AYASOFYA



             


Payitahtın  en  gözde camilerinden Sultanahmet  Camiinin hemen karşısında, tüm görkemiyle Ayasofya müzesi yer alıyor.  Aslında müze demek tarihini bilenler için oldukça yürek burkucu. Fethin sembolü, Fatih’in  Camiiye çevirip namaz kıldığı yüzlerce yıllık kilise aslından çıkarılmış ve müze haline getirilmiştir.  Oysa ki Ayasofya için Fatih’in şöyle bir fermanı olduğu rivayetler arasında;



“İşte bu benim Ayasofya Vakfiyem, dolayısıyla kim bu Ayasofya’yı camiye dönüştüren vakfiyemi değiştirirse, bir maddesini tebdil ederse onu iptal veya tedile koşarsa, fasit veya fasık bir teville veya herhangi bir dalavereyle Ayasofya Camisi’nin vakıf hükmünü yürürlükten kaldırmaya kastederlerse, aslını değiştirir, füruuna itiraz eder ve bunları yapanlara yol gösterirlerse ve hatta yardım ederlerse ve kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkarlar, camilikten çıkarırlar ve sahte evrak düzenleyerek, mütevellilik hakkı gibi şeyler ister yahut onu kendi batıl defterlerine kaydederler veya yalandan kendi hesaplarına geçirirlerse ifade ediyorum ki huzurunuzda, en büyük haram işlemiş ve günahları kazanmış olurlar.

Bu sebeple, bu vakfiyeyi kim değiştirirse, Allah’ın, Peygamber’in, meleklerin, bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen laneti onun ve onların üzerine olsun, azapları hafiflemesin onların, haşr gününde yüzlerine bakılmasın.

Kim bunları işittikten sonra hala bu değiştirme işine devam ederse, günahı onu değiştirene ait olacaktır.”

İşte bu bedduanın üzerinden geçen yüzyıllar neticesinde şu an Ayasofya’nın gerçek ruhundan uzak olduğunu ve Fatih’in emanetine ihanet edildiğini görüyoruz.

Bununla birlikte Ayasofya’nın kadim tarihinin önemini anlatmaya kelimeler yetmez.

Dünyanın 8.harikalarından birisi sayılan Ayasofya, Sanat Tarihi ve mimarlık dünyasının 1 numaralı yapısı hüviyetindedir. Bu yaşta ve bu ebatta zamanımıza gelebilmiş ender eserlerdendir. Orijinal adı Hagia Sofia olan, Türklerin Ayasofya dedikleri yapı yanlış bir şekilde, Saint Sofia olarak bilinir. Bazilika, Sofia isimli bir azizeye değil, Kutsal Hikmet’e ithaf edilmişti. Önceki bir pagan mabedinin yerinde yapılmış 3 ayrı bazilika aynı isimle anlatılmıştı. İmparator Büyük Konstantin devrinde kilise yapılmadığı halde, bazı kaynaklar, ilk Ayasofya Bazilikasının onun tarafından yaptırıldığını iddia ede gelmiştir. Küçük ölçülerdeki ahşap çatılı ilk yapı 4. yy. ikinci yarısında Büyük Konstantin’in oğlu Konstantinus zamanında yapılmıştı. 404 yılında, bir isyan sırasında yanan ilk yapının yerine, daha büyük ölçülerde inşa edilen 2. kilise 415 yılında törenle açılmıştı. 532 yılında Hipodromda yapılan bir araba yarışı sonucu çıkan kanlı isyan on binlerce şehirlinin ölümüne ve pek çok binanın yakılmasına sebep olmuştu. “Nika” isyanı diye bilinen ve İmparator Justinyen aleyhine gelişen bu isyanda Ayasofya Kilisesi de yakılmıştı.

İsyanı zorlukla bastıran İmparator Justinyen “Adem’den beri hiçbir devirde görülmemiş ve görülmeyecek” bir ibadethane yapmak için harekete geçti. Önceki bazilikanın kalıntılarının üzerine 532 yılında yapılmaya başlanan, Hıristiyanlık âleminin bu en büyük kilisesi beş yılda tamamlanarak, 537’de merasimlerle açıldı. İmparator hiçbir masraftan kaçınmayarak devlet hazinesini mimarların önüne saçtı. (Tralles’li Anthemius ile matematikçi, Miletoslu İsidorus) Kubbe inşaatı Roma mimarisi tarafından geliştirilmiştir, Bazilika planı da eski devirlerden beri tatbik edilmekte idi. Yuvarlak yapıların üzerleri çok büyük ölçüde kubbe ile örtülebilmişti. Ancak Justinyen Ayasofya’sındaki gibi dikdörtgen bir mekan ortasında, dev ölçüde bir merkezi kubbe yapımı, mimarlık tarihinde ilk kez deneniyordu. Rahiplerin koruyucu duaları okumaları devam ederken, İmparatorluğun hemen her yerinde mevcut olan erken devir kalıntılarından getirtilen çok sayıda ve değişik mermer parçaları, sütunlar yapıda kullanıldı. Sonraları da bu devşirme malzeme ve bilhassa sütunlar için, neye yarayacağı anlaşılmaz, bir sürü orijin hikayesi uyduruldu. Justinyen devrinde Ayasofya bir zevk ve gösteriş ürünü olarak ortaya çıkmıştı. Sonraki devirlerde ise bir efsane ve sembol olarak kabul edilmiştir. Bin yıl süre ile aşılamayan ölçüleri yanında finans zorlukları ve teknik yetersizliklerden ötürü efsanevi görülmüş, böyle bir yapının ancak kutsal kuvvetlerin yardımı ile yapılabileceği zannedile gelmişti.
Ayasofya bir 6yy. Bizans devri eseri olmakla beraber, ön misali olmayan, sonraki devirlerde de taklit edilmeyen Roma mimari geleneğine bağlı bir “Deneme” dir. Dış ve iç görünüşteki tezat ve iri kubbe Roma’nın mirasıdır. Dış görünüş zarif değildir, proporsiyonlara dikkat edilmemiş, bir kabuk gibi yapılmıştır. Bunun tersine iç görünüm saray gibi görkemlidir, göz alıcıdır; yapı, dev bir “İmparatorluk” eseridir. Açılış merasiminde heyecanına hakim olamayan İmparator atların çektiği arabası ile içeriye dalmış, Tanrıya şükür ederek, Süleyman Peygambere üstün çıktığını haykırmıştı. Bazilika etrafını çevreleyen yüksek binaları ile büyük bir dini merkez olarak gelişmişti. Bizans İmparatorları ile Doğu Hıristiyan kilisesinin yüzyıllar sürecek çekişmeleri için sahne artık hazırdı. Eşsiz ve üstünlüğüne rağmen yapının hayati önemde hataları vardı.
En önemli mesele kubbenin iriliği ve yan duvarlara yaptığı basınç idi. Böylesine bir kubbenin ağırlığının temellere aktarılması için lazım olan mimari unsurlar o devirde henüz tam gelişmemişti. Yanlardan dışa doğru eğilen duvarlar orijinal, basık kubbenin 558 yılında yıkılmasına şahit oldular. Yapılan ikinci kubbe daha yüksek ve daha küçük çaplı tutulmuştu. Bu kubbenin de yarıya yakın kısmı 10 ve 14 yy'larda 2 defa daha çökmüştür.

Ayasofya her devirde hazineler dolusu sarflar yapılarak ayakta tutulabilmiştir. Türk’lerin şehri 1453 yılında fethetmeleri, harap durumdaki Ayasofya’nın derhal camiye çevrilerek kurtarılmasına sebep olmuştur. Türk mimarı Koca Sinan’ın 16.yy.da eklediği payanda duvarları, 19. yy. ortasında Mimar Fossati kardeşlerin ve 1930’dan itibaren yapılan diğer restorasyonlar ve kubbenin demir kuşak ile çevrilmesi önemli tamirlerdi. 2000'li yılların restorasyonları, mevcut madeni portatif iskele ile daha seri yapılabilecektir. Ayasofya 916 yıl baş kilise ve 477 yıl cami olarak, aynı tanrıya inanan 2 değişik dinin hizmetinde olduktan sonra Atatürk’ün emri ile müze yapılmıştır. 1930-1935 yılları arasında ortaya çıkartılıp temizlenen bir kısım mozaikler Bizans'ın önemli sanat eserleri arasında yer alırlar. Bizans ve Osmanlı döneminin izlerini taşıyan muhteşem mimarisi ile ülkemizin en çok ziyaret edilen ilk üç müzesinden biridir.

Fakat Ayasofya’nın boynu büküktür. Yetim ve mazlum bir çocuk gibi hür bırakılacağı günü beklemektedir. Yabancı ayakları altında müze adı altında çiğnenen gururunu hakkıyla tekrar teslim edecek yeni Fatihini beklemektedir.

Ayşe Dursun
tunaydinayse@outlook.com


27 Temmuz 2013 Cumartesi

Oruç Kuşu / Abdurrahman Adıyan


" Ramazan deyince " de bugün Yazar  Sayın ;  Abdurrahman Adıyan'ın kaleminden Ramazan ; " Oruç Kuşu "


               ORUÇ KUŞU

Oruç, fiziksel ihtiyaçlarımıza -manevî bir komutla- dur, demekle başlar.


Yılda bir devri devran eden bu ay; ne güzel, ne bereketli, ne mübarek bir aydır! Ramazan günleri bir bir ilerlerken, insanlar feyizlerini arttıracak hülâsa bir şeyler yaparlar. Cemaat namazlarına koşmalar, Kur’an-ı Kerim okumaları, Kur’an-î bir hayat tarzını yaşamak, onunla hemhal olma arzusuyla dolmak, sevgiye ulaşmak, kardeşlik bağlarını sıkılaştırmak, merhamet duygusunun coşa geldiği yardımlaşma, izzet-ikram sofraları, muhabbet demleri, muhabbetten Muhammedî hâllerin hâsıl olması gibi güzel hasletlerle dolu bir aydır Ramazan. Efendim, orucun, bendeki tezahürüne biraz dokunacak olursam:

İradeyi hâkim kılmakla, açlıkla tokluğa doymanın hazzına varır insan. Eğer, yaşantımızda bir avare gidişat varsa, bunu düzene koyacak olan oruçtur. Orucun kıymetini anlamak için, oruca önem verip, önemini kazanmak, bu aşkı badeden içmek gerekir. Oruçla aile kurumu bir kez daha düzene girer, sofraya hep birlikte oturulur, huşu içinde iftar saati beklenir, iftar vakti iftihar vakti olur oruçlu için. Oruç mideden başlasa da insanın tüm uzuvlarına hâkimiyet kurar. Öyle ki; konuşmasına, duruşuna, bakışına, hoşgörüsüne, sabrına, kardeşlik duygularına, hâl ve gidişatına varana dek sirayet eder.

Oruçla elimize, dilimize, belimize sahip olur, nefsimizi hâl yoluna koyarız. Duyumlardan haberdar olur, duygulara gem vururuz. Anlayış, sezgi orucun en güzel ikramı olarak vücut bulur benliğimizde. Dikkat ve rikkat nazariyemiz uyanır. Bu aşk ve şevk ile dolduk mu, manevî doyuma erişir, o manevî hazla aklıselim düşünür, imanlı ihlâslı oluruz. Oruçla yoğrulan kalp, içinden çiğliği atar. Oruç, büyük bir organizasyon; sıhhat ve intizam... Bu gerçeği kim inkâr edilebilir.

Zamanın ve mekânın kadir kıymetini duyurur. İnsana ve eşyaya saygı uyandırır. İnsanın fiziki ve ruhu yapısı oruçla güçlenir. Sevip, sevgi bulur, kendisiyle barışık olmasını sağlar, kendisiyle barışık olan insan elbette küskünlüklere paydos! der. Oruçla, gönlümüzde buz dağları erir, karakıştan kurtulur, ilkbaharda yaşar oluruz; yetmedi haziranı, sarı sıcak günleri isteriz. Orucun sırrına vardık mı, zihin durulur, berraklaşır, kalp huzurla tanışır, öyle ki âleme neşe saçar. İç huzuru, muhabbeti bulan kişi, muhabbet için nice yollar aşar da dolambaçlardan sıyrılıp kaçar, tecessüsten uzaklaşır sükûta erer. Onu yaşamak ve yaşatmak için sevgiyle aşkla dolar taşar. Aranılan, sorulan, sahip kişi olur.

İnsanın derinliğindeki vâridatı gün yüzüne çıkaracak olan da, kutlu ramazan ayıdır. Kendimizi her an oruçlu saymak, kibri kaprisi ortadan kaldırmak; bu eğitime kendimizi mecbur kılmamız, bizim tabiî tevazu hâli bulmamıza, insanlık tahtımıza çıkmamıza vesile olur. İşte buna orucu, oruçta bulmak diyebiliriz.

Ramazan günleri bir bir ilerliyor, demiştik. Ramazan, bağrında bir gece barındırır, öyle bir gece ki;  
“Ak sütten ak kılı seçen düşünce / Bir de gecesi var ki hece hece
Geceler gecesi Leyle-i Kadir de / Tüm dilekler kabul olsun bu gece "

Nefis isteklere dur demişse, yüzler gülüyorsa ve mahrumiyet yerine hâkimiyet dizginleri ele alıyorsa,  aile hayatımız düzen ve intizam buluyor; huşu içinde iftar açıyorsak, karar burada büyük rol oynuyor, ikrarı sahneye koyuyorsa; haydi, kendini göster diyorsa; âh! Bunlar oruç kuşunun marifetleri mi? 


Yazar / Abdurrahman ADIYAN


Hazırlayan / Ayşe D.
tunaydinayse@outlook.com


25 Temmuz 2013 Perşembe

Firar / Hasan Hüseyin Ellialtı

" Ramazan deyince " de bugün , Eğitimci / Yazar Hasan Hüseyin Ellialtı'nın kaleminden Ramazan ;

                                      FİRAR

Rahmet, bereket ve cehennem ateşinden kurtuluş ayı olan Ramazan-ı Şerif’de bulunuyoruz. Allah (c.c); “Ey İman edenler sizden öncekilere oruç farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki sakınırsınız” buyuruyor. Yine; “Ramazan ayı öyle bir ay ki; Kur’an-ı Kerim onda nazil oldu…” Ve yine; “Kim o (Ramazan) aya ulaşırsa oruç tutsun…” buyuruyor. Farz oruç Ramazan ayı içerisinde tutulur. Adem (as)’den beri oruç aşağı yukarı biz Müslümanların tuttuğu şekliyledir.
Bizde bir ay, takvim esas alınarak ve dolayısıyla her yıl on gün öne gelerek. Diğer ümmetlerde kaç gün olduğuna dair bilgimiz yok. Bir gün açıp, diğer gün tutulan Davud orucunu biliyoruz.
Oruç aynı, zamanlar farklı olabilir. Benim burada vurgulamak istediğim husus şudur; Biz genelde bütün ibadetlerimizde, özelde oruç ibadetini ihya ederken zevk alıyor muyuz ? Kulluk görevimizi yerine getirmediğimizde ondan muzdarip oluyor muyuz ? Bunun cevabını şöyle düşünmekte saklı olsa gerek; Kulluk yaparken kime kulluk yapıyoruz? Elbette Allah’a. Onun için hangi ibadeti yaparken kimin emrini yerine getirdiğimiz önemli.
O zaman bütün kulluk görevlerinden zevk alırız. Farz ibadetlerimizi yerine getirmek esastır. Bunları terk etmek Allah’a isyandır. Bu da günahtır. Günahın niceliği ve niteliğinden ziyade kime karşı isyan ettiğimiz önemli. Allah(c.c) ; “Allah’a firar ediniz” buyuruyor. Bütün zincirlerinizden, esaretlerinizden kurtuluş için Allah’a kaçınız demektir. Firar etmek. Kamil mümin olmak için, ehl-i iman ve ehl-i cennet olmak içindir. Rabbimizin emrettiği farz ibadetleri yerine getirmektir.

İnsanlığımız Allah hatırı için Peygamber Efendimizi (s.a.v) sevmekten geçer. Şu anda bütün insanlık buna muhtaçtır. Esaretten, zincirlerden kurtulmak, işte budur. Yani Allah için Peygamberi sevmek, sünnetini hayata geçirmektir. Oruç da bize bu şuuru verir ve vermelidir.

Eğitimci / Yazar : Hasan Hüseyin ELLİALTI


Hazırlayan : Ayşe D.

tunaydinayse@outlook.com

24 Temmuz 2013 Çarşamba

Ramazanın Huzurlu Gölgesinde / Özlem Doğan



" Ramazan deyince " de bugün ; Yazar Özlem Doğan'ın kaleminden Ramazan ;                                     

     RAMAZANIN HUZURLU GÖLGESİNDE
On bir ayın sultanı,  İslâm alemine yaz sıcağında bir rahmet pınarı, bir ruh şifası  olarak teşrif etti.
Yüce Rabbimizin; Bakara suresi 183. Ayette ki “ Ey müminler! Sizden önceki ümmetlere olduğu gibi, günahlardan arınasınız diye sayılı günler oruç tutmak size de farz kılındı.” Emrine uyarak vazifemizi yerine getiriyoruz.
 Oruç yalnızca günün büyük bir bölümünde aç kalmak demek değildir. Nefis terbiyesidir. Sabır demektir. Bir lokma yiyeceği bulamayanlarla empati kurabilmek demektir.  Oruç; Yardımlaşma  ve paylaşma (Zekat, fitre, gıda yardımı) demektir.  Sağlık demektir. On bir ay sürekli çalışan sindirim sistemimizin dinlenip kendisini yenilemesi demektir. Ama en önemlisi Oruç; Bizi Yaradan’a itaat edip kulluk vazifemizi  ifa etmek demektir.  Zaten dünyaya geliş amacımız da bu değil mi? Biz ancak “O”na  kulluk etmek için yaratıldık. Amenna…
Ne kadar şükretsek azdır ki, bu ramazan sağlıklı bir şekilde yine oruç tutabiliyoruz. İftar sofralarımızda birbirinden leziz yemekler.  Işıl  ışıl mahyalarla süslü camilerimiz de huzur içinde hep birlikte Allah (c.c.)’a  secde ediyoruz.  Bize ne mutlu ki, ülkemizde refah içinde ibadetimizi edebiliyoruz.  Peki ama  bunun  kıymetini biliyor muyuz ? Bu konu da çok fazla  söz sarfetmeye gerek yok. Yalnızca birkaç isim vereceğim. Suriye, Irak, Filistin, Arakan, Mısır ve Doğu Türkistan’da zulüm gören Uygur Türk’leri.  Onların yaşadığı korkunç işkence ve üzüntüler için belki elimizden hiçbir şey gelmiyor. Ama hiç değilse kalbimizin en derin köşesi sızlayarak, onlar için dua ederek açalım oruçlarımızı.  Çünkü biz önce insan, sonra Müslüman ve ayrıca dünyaya adalet dağıtan bir imparatorluğun torunlarıyız.  Bir damla  mazlum kanı ve gözyaşının akmadığı nice ramazanlarda buluşmak duasıyla…

YAZAR / Özlem DOĞAN


HAZIRLAYAN / Ayşe D.
tunaydinayse@outlook.com

23 Temmuz 2013 Salı

Ramazan Düşünceleri / A.Vahap Akbaş

" Ramazan deyince " de bugün ; Şair ve Yazar Sayın , A.Vahap Akbaş'ın kaleminden Ramazan. Buyurunuz efendim ;


 RAMAZAN DÜŞÜNCELERİ


Bir Ramazana daha “merhaba” dedik.  Bu kutlu ayı karşılarkenki coşku, şenlik, çocukluğumun en renkli tablolarını oluşturur. Teravih için camilere koşuşan müminlerin ilk gecelerde, bir ağızdan, coşkuyla yeri göğü “Merhaba ya şehr-i Ramazan…” diye inletmeleri çocuk yüreğimi pır pır ettirirdi.  



Değişen hayat, beraberinde her şeyi değiştiriyor; tabii ki Ramazanları idrak ediş şeklimizi de. Yine de yüreğimdeki Ramazan coşkusunun azaldığını söyleyemem. Tersine, şuurla mayalanarak, derinleşerek arttı. Mahyaların, davulların, manilerin, ilahilerin, vaazların, masallı menkıbeli sohbetlerin, doğal gıdalarla bezeli zengin iftar sofralarının özlemini çekmiyor değilim. Ama bu, Ramazanlara mahsus bir özlem değil. Yitirilmiş hangi güzelliğin özlemini çekmiyoruz ki…
Aslında geride bıraktığımız her an, hasret diyarının rengine boyanıyor; ahlarla vahlarla anılanlara katılıyor.
 
Nitekim şimdi merhabalarla karşıladığımız bu kutlu ay da kaşla göz arasında geçmiyor ve özlemle, duygulanarak anacağımız “eski Ramazanlar” arasına katılmak üzere yol almıyor mu?



Halit Fahri Ozansoy, “Eski İstanbul Ramazanları”nda, bu ayın son gecelerini bakın nasıl anlatıyor:

“İç açan manzara gökyüzünde idi yalnız. Şehzade Camii’nin minareleri arasında ‘Elveda Ya Şehr-i Ramazan’ mahyası ışıldar ve yüreklere bu kutsal aya gelecek yıllarda da ‘Merhaba Ya Şehr-i Ramazan’ mahyası ile kavuşmak arzuları verirdi. Başka camilerde de “Elveda” ve “Elfirak” gibi mahyalar bu arzuyu dudaklarda dualarla ateşlerdi.”

Şimdi mahyalar azaldı. Ayrılık hislerimiz gökyüzüne ışıkla pek nakşedilemiyor. Ama teravih namazına gidenler, bu duygularının yanık müezzin seslerinde billurlaştığına şahit olabiliyorlar.

Ramazan ayı, hiç şüphe yok ki değerini bir ibadet ayı, rahmet ve gufran ayı olmasına borçludur. Kendisi için oruç tutan kuluna mükâfatını bizzat vereceğini müjdeleyen Allah, biz insanlara bu kutlu ayın önemini de bildirmiş oluyor. Şu damıtılmış söz, şu güzel hadis, orucun ve oruç ayı olan Ramazanın önemini ne güzel anlatıyor:

“Ademoğlunun her iyi işine fazlasıyla sevap verilir. Her iyiliğe karşılık olarak ondan yedi yüz misline kadar ecir bahşedilir. Ancak yüce Allah şöyle buyurmuştur: ‘Oruç bundan müstesnadır; çünkü o, yalnız benim içindir. O halde mükâfatını bizzat kendim vereceğim. Zira oruçlu, cinsi arzularını ve yiyip içmesini benim için terk eder.’ Oruçlunun iki sevinci vardır: Birisi orucunu açarken, diğeri ise Rabb’ına kavuşacağı anda duyacağı sevinçtir. Allah’a yemin ederim ki oruçlunun ağız kokusu, Allah nazarında misk kokusundan daha hoştur.”

Davulunu gümbürdeterek müminleri sahura kaldıran eski zamanların bekçi babası bu müjdenin idraki içindedir. O, Yalın bir avam diliyle şu dörtlüğe sığdırır bu hikmeti:

Buldu camiler ziyneti

Lâzım bu ayın hürmeti

Benim devletli sultanım

Buldu saimler devleti



Öyle ya, yukarıda zikrettiğimiz hadiste, oruçluların devlet bulduğu bizzat Yüce Allah tarafından müjdelenmiyor mu?

Mümin, kulluk görevini yaparken korku perdesini aradan kaldırmış, Müslüman gönlünün derinlik ve inceliğiyle ibadeti aşk ve şevkin potasında kaynatmış ve bu ayı bir “manevi eğlence” ayı saymıştır.

 “Gök kapılarının açılıp cehennem kapılarının kapandığı” ve “şeytanların zincire vurulduğu” bu bereketli aydan nasibini alabilenlere ne mutlu.


Dünyanın her tarafında bölünmüşlüğü, yoksulluğu, acıyı, zulmü derinden yaşayan Müslümanları da düşünerek  Mehmet Akif’in duasına “amin” diyelim:

Ya Rab, şu muazzam Ramazan hürmetine,

Kaldır aradan vahdete hail ne ise;

Ya Rab, şu asırlarca süren tefrikadan

Artık ezilip düşmesin ümmet ye’se.

Mademki verdin bize bir ruh-i nevin…

Ya rab, daha bir nefha-i te’yid insin!



Şu demek:

Allah’ım, şu muazzam Ramazan hürmetine, birliğimizi engelleyen ne varsa kaldır aradan. Allah’ım, asırlardır süren bu parçalanmışlıklar artık ümmeti ezip ümitsizliğe düşürmesin. Allah’ım, mademki bize yeni bir ruh verdin, onu destekleyen bir de  nefes indir.


ŞAİR / YAZAR :
A.Vahap AKBAŞ

HAZIRLAYAN : Ayşe D.

tunaydinayse@outlook.com

22 Temmuz 2013 Pazartesi

Ramazan ve Üç Kelime / Prof. Dr. Bilal Kemikli

" Ramazan deyince " de bugün ; Dumlupınar Üniversitesi (DPÜ) İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Sayın ; Bilal Kemikli 'nin kaleminden Ramazan ;

Prof. Dr. Bilal Kemikli
Ramazan şehre bereket getirdi. Huzur ve esenlik getirdi. Dostluk, kardeşlik ve sevgi getirdi.

Sıcak havalarla geldi, içimizi ısıttı, sabrımızı biledi, arındırdı içimizi, temizledi.

Şimdi serin havalarla, sonbahar yağmurlarıyla ve meltemle “elveda” diyor.

Ne kadar ilginç? Fark eden fark etti, gerçekten çok ilginç. Neden mi ilginç? Şundan: bilenler bilir ramazan kavramının etimolojik tahlilini yapan dilciler, onu köken olarak üç ayrı kelimeyle izah ederler. Üç ayrı kelimeden gelmiş olabileceğini söylerler.

Hangi kelimeler?

İlki, ramad kelimesi… Ramad, yaz sıcağında güneşin şiddetli hararetiyle taşın kızması anlamına gelir. Taş kızar, üzerine bastığınızada ayaklarınız yanar. Meşakketli bir yürüyüş… Yangın, ateş.

Ramad kelimesinden ramazan türedi diyenler, ramazanın meşakketine dikkat çekerler. Ateşine verdiği hararete… Evet, ramazan ateşdir; ama nasıl ateş? Geleneksel tıpta yarayı kızgın demirle dağlayıp dezenfekte ederler. İşte ramazan ateşi, içimizdeki yaraları dezenfekte eden, imanımızı ve insanlığımızı artıran bir ateş.

Yaz sıcağında tutulan oruçlar mü’min gönülleri ve akılları yeniden dezenfekte etti, arındırdı.

Bazı dilciler, ramazanın ramd kelimesinden türediğini söyler. Ramd, kılıcın namlusunu veya ok demirini inceltip keskinleştirmek için yalabık iki taşın arasına koyup dövmek anlamına gelir. Kılıç ve ok… Ortaçağın savunma silahları. Araplar ramazan ayında silahlarını temizler, savaşa hazır hale getirirlermiş. Öyle diyor tarihçiler.

Şimdi kılıcı ve oku başka yerde aramalı. Kılıç, klasik şiirimizin mazmunlarından biridir ve sevgilinin bakışlarıdır. Bakmak, gerçekten de kılıç gibidir. Bir bakışla neler neler söylenir… Neler neler dile gelir. En etkili konuşma biçimidir bakışlar.

Sonra ok… Ok da bakışla ilişkili; zaten esası itibarıyla ok, kelâmdır. Kelâm, yani bizzat söz. Konuşurken, sözlerimizle muhatabımıza ok atarız. Karşıda bir yara açarız. Yarayı hep menfi düşünmeyelim; meyve ağacını aşılamak için de ana gövdede yara açmaz mıyız? Açarız, aşılarız. Aşılanan ağaç, ehlileşir, meyve verir. Sözümüzle muhatabımızın düşünmesine, akletmesine, öğrenmesine, hayal etmesine katkıda bulunuruz. Bazen tam aksi de olur; sözümüzle, karşıdakinin akıl musluğunu açar, oradan adeta şırıl şırıl akan bilgi suyunu kana kana içeriz. Öğreniriz, anlarız, idrak ederiz…

Şimdi ramd kılıcı ve oku cenge hazırlamaktı ya… Ceng, illa yıkım değildir. Barış da cenkle sağlanır; güven, dirlik ve düzen de.

Sadede gelelim… Demem o ki, ramazan ramd özelliğiyle bakışımız ve sözümüzü hayata hazırladı. Sabretmeyi, paylaşmayı, sevmeyi temrin ede ede güzel bakmayı ve güzel konuşmayı öğretti.

Ramazan, ramad sıcaklığıyla içimizi ısıtırken, ramd ile bakışı ve sözü pişirdi… Bakış ve sözün pişmesi, insanın huzur içinde, güvenle ve güvenerek konuşması demektir.

Şimdi son kelimeye gelelim… Bazı dilciler de demişlerdir ki, “ramazan ramdâ kelimesinden türemiştir.” Nedir ramdâ? Ramdâ, yaz sonunda yağmurun yağıp yeryüzünü tozdan arındırmasıdır. Şehirli insan yazın tozunun pek farkında olmaya bilir. Oysa tarımla uğraşanlar, harman kaldıranlar, samanın, tozun, toprağın yaz aylarında ne denli arttığına tanıktır. İşte ramdâ bu tozu, toprağı temizliyor, ferahlık ve huzur veriyor. Yağmur, bereket ve huzur oluyor.

İçimizde de harman yeri var. Orası toz, toprak içinde… O harman yeri, zihniyetimiz, hayallerimiz, düşüncelerimiz, yapıp ettiklerimiz, görüp gözettiklerimiz, deyip aktardıklarımızla dolu… Oranın tozu toprağı da günahlarımız. Ramdâ gibi ramazan da, rahmeti ve bereketiyle o içimizdeki yazdan kalma tozları, günahları temizliyor. Huzura böyle eriyoruz.

Ramazan, sıcağı, insanı güvenli hayata hazırlayan meşakkatiyle geliyor ve elbette zorluyor, ama sabreden, zorluklara tahammül eden inananlara bir rahmet gibi yağıyor. Tıpkı bu son günlerde o serinliği bizzat hissettiğimiz gibi… Hoş bir serinlik veriyor, bitmek bilmeyen bir huzur bahşediyor.

Evet, ramazan şehre bereket getirdi. Huzur ve esenlik getirdi. Dostluk, kardeşlik ve sevgi getirdi.

Sadece yaşadığımız şehre mi? Hayır, evvela içimizdeki şehre… Gönül şehrimize huzur getirdi.

Sıcak havalarla geldi, içimizi ısıttı, sabrımızı biledi, arındırdı içimizi, temizledi.

Prof. Dr. Bilal Kemikli

Hazırlayan : Ayşe D.
tunaydinayse@outlook.com

Bilal Kemikli Kimdir ? :


Bilal Kemikli, akademisyen, şair ve yazar. 1998'de doktor ve 2002'de doçent oldu. Ankara, Yüzüncü Yıl ve Süleyman Demirel Üniversitelerinde öğretim üyesi ve idareci olarak görev yaptı. Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Türk İslam Edebiyatı Anabilim Dalı başkanı olan Kemikli, 2008'de profesörlüğe yükseltildi.

2012 ' de Dumlupınar Üniversitesi (DPÜ) İlahiyat Fakültesi Dekanılığına atandı

Daha çok tasavvuf şiiri üzerine yapığı çalışmalarla tanınmaktadır. Eski Türk şiiri üzerinde de çalışmaları vardır. TRT Radyolarında programlar yaptı. Eserlerinden bazıları şunlardır:
  • 1. Sun'ullah-ı Gaybi Divanı, NEB Yayınları, İstanbul, 2000.
  • 2. Şair şeyhülislam Arif Hikmet Beyefendi, MEB Yayınları, Ankar 2003.
  • 3. Oğlanlar şeyhi Müfid ü Muhtasar, Kitabevi yayınları, İstanbul, 2003.
  • 4. Dost liinden Gleen Ses, Kitabevi yayınları, İstanbul, 2003.
  • 5. Sufi Aşk ve Ölüm, Sutun Yayınları, İstanbul, 2007.
  • 6. Mevlana'nın Kalbine Açılan Kapı: Mesnevi Mektupları, Hayykitap, İstanbul, 2007.
  • 7. Bülbülün Şarkısı, (Ed. Mustafa Kara ile birlikte), Bursa, 2007.
  • 8. Süleyman Çelebi ve Mevlid Kitabı, (Ed. Mustafa Kara ile birlikte), Bursa, 2007.
  • 9. Şehir-Hayat ve Derviş, Kitabevi Yay., İstanbul, 2009.
  • 10 Sufi Şairin İzinde Şiir ve İrfan, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2009.
Şiirlerinden bazılarını Sivas Şairleri Antlojisine alınmıştır. Halen, Kültür, Keşkül ve Dergah dergilerinde kültür ve edebiyata ilişkin yazılarına devam etmektedir.

Oruç Zamanı / 7edi İklim Genel Yayın Yönetmeni Yazar Ali Haydar HAKSAL



" Ramazan deyince " de bugün ; 7edi İklim  Genel Yayın Yönetmeni / Editör / Yazar Ali Haydar HAKSAL' ın  kaleminden Ramazan. Buyurunuz efendim ;

Ali Haydar Haksal

Hayatı anlamlı kılmanın zamanıdır oruç.

Anlamı anlamlandırmanın zamanı.


Müslümanlarda her an, durum dikkat gerektiriyor. Dikkat belli bir disiplin ile olan bir şey değil. Disiplin hayatın doğasında olmadıkça kaosa ve karmaşaya dönüşür. Bundandır ki insanlığın ortaya koyduğu yasalar bir yap bozdan başka bir şey değil. İnsanoğlu çıkarlarına dönük bir edim içinde her zaman. Bencil ve çıkarcı.

Oruç bir disiplindir. Her an ve durumun, bedenin ve ruhun ve kalbin bir denetim ve disiplin altında olunduğu zamanın adıdır. Disiplinli durumlar insanları genellikle sıkar ve uzaklaştırır. Hayatı bir çıkmaza sürükler. Allah tarafından Müslümanlara bağışlanan oruç sıkı ve zor bir disiplindir. Özellikle oruçlu olduğumuz şu yaz aylarında çok daha zor. İnsan bedeninin dayanma güçlüğü ve irade bilinci burada belirginleşir. Susuzluğun ve günlük hayatın çekilmezliği. Ama Müslümanlar bunu manevi bir donanmışlıkla aşarlar. Oruç tutmak bir kendindenlik kazanır. Oruçlu olunduğunda insanın bu disipline karşı koyuşu söz konusu olmuyor. Dahası karşı koyanlar bile bir mahcupluk içinde olurlar. Karşı koyanlar düşman ruhludurlar. Allah’a karşı koyarlar. Amaçları beslendikleri yabancılıklara hizmet ederler. İnsana ve doğasına aykırı davranırlar. Salt aklın öncelediği, fizik ötesi algıyı yadsıyış iledirler. Akıl onların putu. Oysa kâinatın kendisi fizik ötesi. Sonsuzluk insan aklının da ötesinde bir varoluşa sahip. Bilinmezlikler içinde bilinmezlikler var.
İnsanoğlu tam bir şeye vardığını düşündüğünde ötenin de ötesinin var olduğunu fark eder. Fark eder ama o gene aklının tutkusunda ve tapınmasında. Çünkü kendini tanrı yerine koyma yeltenişinde. Kısacık ömrünün o darboğazını bile aşamayacak kadar bir mahrumluğa sahip. Öyle ki kendi ömrünü birkaç on yıl bile uzatamama aczinde.

İnsanoğlu kendi yasalarına bile uymuyor. Yasalarının disiplinine tahammül edemiyor.

Oruç zamanı. Allah’ın adalet ruhuna uygun bir bilinçleniş zamanı. Zamanı belli kesimlere uyarlamak ya da belli çevrelere özgü kılmak asla değil. Yeryüzündeki her insanın âdil bir sınanışla oruçlu olma bilinci.

Müslümanlar bu adaletli oluşu bir bütünlükle yaşarlar. Ve hayatlarının bütün zamanlarına yayarlar. Mevsim, mekân, tarih hemen her şey ve durum bir düzenle yürür. Adalet olgusu asıl oruçta belirir. İnsanların aralarında daha vergili oluşu sağlanır. Daha duyarlı, daha dikkatli ve daha bilinçli.

Oruç zamanında atılan her adımın bir anlamı olur. Etrafını görmenin bilincine erer. Her canlı onun için bir önem kazanır, her cansız önem kazanır.

Oruç zamanı… gökle yer arasındaki her nesne her şey manevi bir beliriş içinde olur. Hayat, mekân ve zaman birlikte dönerler, deveran ederler.

Oruçlu her kul bu zaman içinde kendisinin değerinin farkına varır. Evinin kapısından dışarı çıktığı andan itibaren duygulu bir bakışla neyin ne olduğunun bilincine erer. Komşularına, insanlara bakışı farklıdır. Çünkü algıları bütün olarak açılır.

Oruç zamanı. Az bir zaman değil. Bir yılın tam bir ayı. Bu zamanda mekânda bütüncül bir değişim yaşanır. İnsan daha bir duyarlılaşır, daha özenli olur daha sevgi dolu bir kaynaşma yaşar.

Oruç insanlık için bir lütuftur. Onun ödülü ve Karşılığı da Allah’tandır. Bu sonsuzluk sofrada bulunanlar manevi hazzı yaşarlar.



Oruç ve bilinç zamanı. İnsanoğlu diğer ibadetlerini yaparken kısa zaman ve an ile sınırlıdır. Bir vakit namazı beş on dakika içinde tamamlanır. Zekât maldan veriştir. Hac ibade . Hem mali hem de bedenidir. Daha rahat ve serbesttir. Çünkü ağızlar açık. Allah’ı birlemek, Elçisine bağlanmak ve duada bulunmak söz ve dil iledir. Kısa anlarladır.7edi İklim  Genel Yayın Yönetmeni Yazar  : Ali Haydar HAKSAL

Hazırlayan : Ayşe D.
tunaydinayse@outlook.com
Usta edebiyatçı Ali Haydar Haksal, milyonlarca müslümanın her sene heyecan ve coşku ile beklediği, ibadet ile geçirdiği Ramazan ayını ve orucu, o bilindik edip duyarlılığı ile okurlarına anlatıyor. En saf duygulardan en derin anlamlara kadar, orucun bir müslüman için ifade ettiği karşılık, Haksalın cümlelerinde adeta tecessüm ediyor.